ATATÜRK’ÜN VATAN VE MİLLET SEVGİSİ
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli
mealden alınmıştır.
Birinci Baskı:
Aralık, 2002
İkinci Baskı:
Kasım, 2009
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Talatpaşa Mah. Emirgazi Caddesi
İbrahim Elmas İşmerkezi A Blok Kat 4
Okmeydanı - İstanbul
Tel: (0 212) 222 00 88
Baskı: Entegre Matbaacılık
Sanayi Cad. No: 17 Yenibosna-İstanbul
Tel: (0 212) 451 70 70
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
İÇİNDEKİLER
Giriş
Atatürk'ün Vatan ve Millet Sevgisi
Vatansever ve Milliyetçi
İnsanların Özellikleri
Sonuç
Evrim Yanılgısı
YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında
Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra,
yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 30.000 resmin yer aldığı toplam 45.000
sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 60 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin
hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün
kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu
mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in
de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir.
Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek
çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son
söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan
Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak
kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya
ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel
imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük
temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den
Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan
İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok
ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca,
İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca,
Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi (Mauritus'ta
kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt
dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok
insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile
olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli,
özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına
varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz
edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve
üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi
ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri
mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla
savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı
akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından
kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde
değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu
eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazanç
hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini
görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik
etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran,
fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı
kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan
kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma
amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu
etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun
Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak
olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü
okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların
çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan
kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin
ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri
şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek
istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden
geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde
çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın
izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa,
doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
GİRİŞ
Millet, genel kabul gören anlamıyla aynı
topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve
görenek birliği olan insan topluluğudur. Milletin üzerinde yaşadığı toprak da
vatan olarak adlandırılır. Vatan yalnızca üzerinde yaşanılan toprak parçası
olarak algılanamaz; bir insanın hayatında sahip olduğu en önemli varlıklardan
birisidir. Millet ve vatanın her insan için anlamı büyüktür. Bireyi güçlü kılan
temel, ait olduğu milletin kültür birikimi, tarihi, geleneksel özellikleri gibi
unsurlardır. Milletin devamlılığını sağlayan ana öğe de, vatanın bölünmez
bütünlüğünün korunmasıdır. Türk Milleti'nin vatanına olan sevgisi ve bağlılığı
tarihsel bir gerçektir ve milletimizi diğer milletler arasında üstün kılan en
asil özelliklerden birisidir. Bununla birlikte her Türk, milletinin
menfaatlerini kendi menfaatlerinden, milletinin geleceğini kendi geleceğinden
üstün tutan bir anlayışa, derin bir millet sevgisine sahiptir. Türklerin, diğer
tüm milletlere örnek olması gereken vatan ve millet sevgisi, bize şanlı
tarihimizin en önemli miraslarından birisidir. Vatan ve millet sevgisi, çok
asil sevgilerdir ve Türk Milleti için kutsal değerlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük
Önder Atatürk de vatanseverliği ve milliyetperverliği ile tüm dünyaya ve Türk
Milleti'ne örnek olmuş bir insandır. Son derece mütevazı bir kişiliğe sahip
olan Atatürk, kendisinin sahip olduğu üstün özelliklerini hep milletinin kendisine
kazandırdığı özellikler olarak görmüştür. Aynı şekilde kazanılan zaferleri ve
elde edilen başarıları da hep milleti ile birlikte gerçekleştirdiğinin
bilincinde olmuş, bunları daima milletine mal etmiştir. Konuşmalarında ve
yazılarında bu noktanın altını önemle çizmiştir. "Benim hayatta yegane
fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir" diyerek Türk
olmaktan gurur duyduğunu ifade etmiştir. Atatürk, yaşamı boyunca vatan ve
millet sevgisinin önemi üzerinde durmuş, Türk Milleti'ne duyduğu derin saygı ve
sevgiyi önemle vurgulamıştır. "Ne
mutlu Türküm diyene" sözü, kuşkusuz çok üstün bir sevginin simgesidir.
Atatürk, vatan ve millet sevgisinin
üstünlüğü ile tanınan, bu sevgisi sayesinde tarihi başarılara imza atmış bir
lider, büyük bir devlet adamı idi. Gerek Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan
büyük zaferlerin, gerekse bağımsızlığın kazanılmasının ardından ekonomide ve
sosyal hayatta katedilen ilerlemelerin temel kaynağı Atamızın vatanına duyduğu
derin sevgi ve milletine karşı hissettiği güçlü bağlılıktı. Koşullar ne kadar
zor gibi gözükse de, vatanı ve milleti için her zaman yapacak bir şeyi olduğuna
inanan büyük bir insandı. Atatürk'ün hayatı incelendiğinde, tüm yaşamı boyunca
en büyük amacının Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak olduğu ve bu
yolda yapılan büyük mücadelenin de derin bir vatan ve millet sevgisinden ilham
aldığı açıkça görülecektir. Gerçek sevgi ve bağlılık olmadan, böylesine büyük
başarılar elde edilemeyeceği açıktır. Bir insan vatanını korumak ve kurtarmak
için verdiği mücadelede hiçbir zorluktan yılmıyor, en içinden çıkılmaz gibi
görünen durumlar karşısında dahi akılcı ve etkili çözümler üretebiliyor, zafere
olan inancını ve azmini asla kaybetmiyor ise, bu, uğrunda mücadele verdiği
değerlere sarsılmaz bir bağlılık duyduğunun en önemli göstergesidir. Atatürk'ün
ideali, bağımsız bir vatan üzerinde, güçlü bir milli birlik anlayışına sahip
bir millet ortaya çıkarmak ve bu milletin hiçbir engel tanımadan çağdaşlaşma
yolunda ilerlemesini sağlamaktır. Türk Milleti'nin çağdaş milletler seviyesine
yükselmesi gerektiğine inanan, bu düzeye çıkma hakkına sahip bir millet olduğu
gerçeğini tam anlamı ile kavramış olan Atatürk, vatan ve millet sevgisi
sayesinde, kimsenin düşünemeyeceği, düşünse bile gerçekleştirmesinin mümkün
olamayacağı bir başarı kazanmıştır.
"Türklerin
vatan sevgisi ile dolu göğüsleri, düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima
bir duvar gibi yükselecektir" sözleri ile vatanseverliğin
önemine dikkat çeken Atatürk, milletini seven, milletine sadık ve milletine
güvenen gerçek bir Türk milliyetçisidir. Ve şu önemli gerçek de göz ardı
edilmemelidir ki; vatanını ve milletini herşeyin üstünden tutan, bu derin sevgi
için gerektiğinde kendi canını dahi tehlikeye atan Büyük Atatürk'ün bize
bıraktığı en önemli miraslardan biri vatanseverlik ve millet aşkıdır. Atamızın
bizlere bıraktığı büyük mirası onun bizden beklediği gibi değerlendirebilmek,
ülkemizi onun bize bıraktığı noktadan hep daha ileriye götürebilmek, Türk
Milleti'ni, tarihine yakışır bir makama ulaştırabilmek için yapılması gereken,
Atamızın izinden yürümektir. Tüm vatanseverlerin ve gerçek Türk
milliyetçilerinin kendilerine örnek alabilecekleri en güzel örnek, hiç şüphesiz
Atatürk'tür. Atatürk ise, "Benim,
Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve
ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar"
sözleri ile bize hedefe ulaşacak en kısa yolu göstermektedir.
ATATÜRK’ÜN VATAN VE
MİLLET ANLAYIŞI
Giriş bölümünde millet kavramının genel
bir tanımını yapmıştık. Söz konusu tanımlama genel olarak kabul görmekle
birlikte, millet kavramı ile kastedileni tam anlamıyla açıklamakta yeterli
değildir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, millet tanımı içinde yer alan
özelliklerin hiçbiri tek başına bir milleti ortaya çıkarmaz. Diğer bir deyişle,
yalnızca dil birliği veya yalnızca köken birliği ya da yalnızca inanç birliği
aynı toprak parçası üzerinde yaşayan insanların millet olması için yeterli şart
değildir. Bir milleti millet yapan temel koşul, söz konusu insan topluluğunun
ortak bir geçmişe ve ortak bir gelecek hedefine sahip olmasıdır. Atatürk'ün
millet tanımının özünü de işte bu anlayış oluşturmaktadır. Atatürk'e göre bir
topluluğun millet sayılabilmesi için, "zengin bir hatıra mirasını elinde
bulundurmak, birlikte yaşama hususunda ortak istekte samimi olmak, sahip olunan
mirasın korunmasını birlikte sürdürebilme konusunda ortak iradeye haiz olmak,
gelecek için aynı programı gerçekleştirmeyi istemek ve birlikte sevinmiş,
birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak" gereklidir. Bu temel koşulun
sağlanması ile birlikte, elbette dil, din, ırk birliği de önemli destekleyici
unsurlardır. Özellikle ana dil, insanları düşünce, ruh ve kültür açısından
birbirine bağlayan önemli bir öğe olduğu için millet olmanın da önde gelen
şartlarından biridir. Atatürk'e göre, "asıl
olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için
mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve
şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir"; öyle
ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını
bulmalıdır.
Atatürk için bütün milletlerin tarih
sahnesinde ayrı bir yeri vardır ve o bütün milletlere saygı duyar, ama Türk
Milleti'nin yeri apayrıdır. Atatürk bu çıkarımı, tarihi bilgilere ve belgelere
dayanarak yapmıştır. Tarihe özel bir ilgisi olduğu bilinen Atatürk,
Cumhuriyet'in ilanından sonra tarih çalışmalarına önem vermiş, bu çalışmaları
milletimizin tarihi bilincinin geliştirilmesi ve şanlı mirasımızın herkes
tarafından öğrenilmesi için kullanılmasını istemiştir. Özellikle Atatürk
döneminde, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarla Türk'ün geçmişi
aydınlatılmıştır.
Ayrıca Atatürk'e göre bir milleti başka
milletlerden ayıran temel nitelikler vardır. Atatürk, Türk Milleti'nin
özelliklerini çok kapsamlı olarak tespit etmiş ve millet bilinci tam olarak
gelişmemiş olan kişilerin de bu özellikleri en güzel şekilde kavrayabilecekleri
bir ortam hazırlamıştır. Bir sözünde Atatürk, Türk Milleti'ni şöyle
tanımlamıştır:
Türk Milleti milli duyguyu, insani duyguyla yan yana düşünmekten zevk alır.
Vicdanında milli duygunun yanına insani duygunun şerefli yerini daima muhafaza
etmekle iftihar eder. Çünkü Türk Milleti bilir ki, bugün uygarlığın yüce
yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel olarak yürüdüğü bütün uygar
milletlerle karşılıklı insani ve medeni ilişkide bulunmak elbette gelişmemizin
devamı için gereklidir ve yine malumdur ki; Türk Milleti, her uygar millet gibi
mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla uygar dünyaya hizmet
etmiş insanların, milletlerin değerini takdir ve hatıralarını saygı ile
muhafaza eder. Türk Milleti, insaniyet aleminin samimi bir ailesidir.
Atamızın da vurguladığı gibi, Türk
Milleti, millet olmanın öneminin ve gerekliliklerinin bilincindedir. Bununla
birlikte Atatürk'e göre, her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları
çerçevesinde bir yapı ortaya koyar ve bu yapıyı diğer milletlere kabul
ettirmekle, diğer milletlerle birarada, huzur ve güven çerçevesinde bir yaşam
oluşturmakla sorumludur. Milletin, varlığını devam ettirmek için sahip olması
gereken özelliklerin savunulması ve korunması da "milliyetçilik"
olarak tanımlanır. Atatürk milliyetçiliğinde ise, gerçek bir Türk
milliyetçisinin temel amacı, Türk'ün her alanda yükselmesinin sağlanmasıdır.
Bunun için de Türk milliyetçisi, çağdaşlaşma yolunda hiçbir engel tanımayacak,
gelişmiş devletlerin seviyesine ulaşırken kendi özünden ve değerlerinden asla
uzaklaşmayacak, bununla birlikte onlarla bir uyum içinde olacak ve tüm
özellikleri ile insanlığa örnek teşkil edecektir. Türk milliyetçiliğinin
temeli, örfünden ve adetlerinden hiçbir şey kaybetmemesi, manevi değerlerini
korumasıdır. Çünkü Atatürk'e göre gerçek millet sevgisi böyle bir milliyetçilik
anlayışı gerektirir ve başarıya da ancak böyle bir anlayışla ulaşılabilir.
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu
kadar çok durmasının tarihi sebepleri vardır. Türklerin dünya tarihine ve
uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Türk Milleti dünya tarihine
damgasını vurmuş bir millettir. Unutulmaz zaferler kazanmış, tarihe kahramanlık
destanları yazdırmış, üç kıtada köklü devletler kurmuş, asırlar boyunca
dinleri, dilleri, ırkları farklı olan milletlere hükümdarlık etmiş, hepsini
adalet ve hoşgörü ile yönetmiş, ayak bastığı yerlere medeniyet götürmüş, ahlakı
ile dünya milletlerine örnek olmuştur. Türk'ün kahramanlıkları, kabiliyetleri
ve üstün ahlakı tarihe geçmiştir. Atamızın "Türk
Milleti'nin karakteri yüksektir" sözüyle de işaret ettiği gibi, Türk
Milleti'nin ahlaki özellikleri ve yüksek seciyesi diğer tüm milletlerden dikkat
çekici şekilde üstündür. Pek çok tarihçi ve sosyolog da bu konuda hemfikirdir.
Atatürk'ün anlayışına göre, böyle üstün
meziyetlere ve hasletlere sahip bir milletin vatanı da kutsaldır. Vatan
sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir ve Türk milliyetçisi gerçek
bir vatanseverdir. Atatürk Türk Milleti'nin vatanını şöyle tanımlamaktadır:
Vatanımız, Türk Milleti'nin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının
derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan
hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür.
Bir insanın milli duygu bilinci içinde
kendi topraklarına sahip olması kadar güzel bir duygu yoktur. Kendi toprağına
sahip olma duygusu milliyetçilik ilkesinin zorunlu bir sonucudur. Mustafa Kemal
de bu duyguya tüm insanlara örnek olacak bir şekilde sahip olmuş ve bunu
eylemlerinin yanında şu sözleriyle de ifade etmiştir:
Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber,
beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servetinden kendileri
istifade ederler ve dolayısıyla bütün beşeriyeti de yararlandırmakla
yükümlüdürler. Bu yasaya göre bundan aciz olan milletler bağımsız olarak
yaşamak hakkına layık değildirler.
Avrupalıların "Hasta Adam" diye
nitelediği bir milleti ayağa kaldıran Büyük Kurtarıcı Atatürk, içindeki coşkun
vatan sevgisi ile her zaman Türk Milleti'nin bağımsızlığını hedefleyerek ülkeyi
önce askeri, sonra da sosyal ve ekonomik alanlarda zaferden zafere taşımıştır. "Yurt toprağı, sana herşey feda olsun.
Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk Milleti'ni
ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın." sözleri de Atatürk'ün
örnek vatan sevgisinin belki de en güzel, en anlamlı ifadesidir.
Büyük Önder vatanın kendisi için ne anlama
geldiğini ve hayatını vatanı uğrunda harcamaktan şeref duyduğunu ise şöyle
belirtmektedir:
Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek
mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin
tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma
büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı
iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın
ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da
onu koruyacağım.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN
AZERBAYCAN AZADLIK RÖPORTAJI,
14 EYLÜL 2008
ADNAN
OKTAR:
Atatürk dindar, aklı başında, gerçek bir Türk milliyetçisi, aslan gibi bir
Osmanlı subayıdır. Ve bir yiğit Türk delikanlısıdır. Daha ne yapsın? Elmalılı
Tefsiri yaptırmıştır. Buhari’yi tercüme ettirmiştir, ki en önemli hadis
kitabıdır. Elmalılı Tefsiri, en mükemmel tefsir olarak bilinir. Diyanet İşleri
Başkanlığı’nı kurdurmuştur. Dini özüne çevirmiştir. Yani samimi olarak
yaşanmasını teşvik etmiştir. Hemen hemen her akşam Kuran okuyup, dinleyen
insandır. Ünlü hafızlar var onun çevresinde bulunan, onlara Kuran okutup onu zevkle
dinleyen insan. Ve Kuran üzerinde ciddi araştırmaları olan kültürlü bir insan.
Türkiye işgal edilmiş, bu işgali tamamen kırıp kaldırtıyor. Mükemmel bir
faaliyet bu. Türkiye’de düşman diye birşey bırakmıyor. Hepsini püskürtüyor ve
geri göndertiyor. Ve milli devleti kuruyor. Gayet saygın bir devlet meydana
getiriyor. Bütün ülkelerin beğendiği bir sistem meydana getiriyor. Bir de
Peygamberimiz (sav)’i övüyor ve büyük bir muhabbetle, sevgiyle övüyor. Ayrıca
Allah’a karşı sevgisini coşkun dile getiriyor. Bu çok önemli. Coşkunca Allah’a
karşı muhabbetini, sevgisini, bağlılığını ifade ediyor. Peygamber (sav)'e olan
sevgisi de çok şiddetli. Ona tam uyulması gerektiğini söylüyor. ‘La ilahe
illallah, Muhammeden Resullullah’ diyen bir insan bile Müslüman bilinir. Başka
hiçbir şey yapmasa bile. Atatürk ‘La ilahe illallah, Muhammeden Resullullah’
dediği gibi, İslam’a çok büyük hizmet etmiş bir insandır. Tam bir İslam
mücahididir. Türk mücahididir. Yapılabilecek en mükemmeli yapmaya gayret etmiş
bir insandır.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL 35 TV RÖPORTAJI,
14 ARALIK 2008
ADNAN
OKTAR:
Atatürk Türk Birliği'ni savunmuştur, İslam Birliği'ni savunmuştur, Elmalılı
Hamdi Yazır Efendi'nin Elmalılı Tefsiri'ni hazırlattırmıştır, Buhari’yi tercüme
ettirmiştir, Sahih-i Buhari’yi, hemen hemen her gece Kuran okuyup dinleyen bir
insandı. Ben Ülkü Hanım'dan bizzat kendim duydum, bana anlattı, yanında olan
bir insan bu. Halis, muhlis, yiğit bir Osmanlı beyefendisidir, halis bir
Müslümandır, halis bir Türk’tür, halis bir Türk milliyetçisidir ve çok samimi
bir insandır Atatürk. Ama masonlar kendilerince bir oyun oynamaya kalktılar,
Atatürk’ü bambaşka tanıtmaya kalktılar, biz bu oyunu bozduk. Atatürk acaba
mason localarını niye kapattı o zaman, bunu düşünmek lazım. Mason localarını,
Abdülhamit bile kapatamamıştı, hiçbir dönemde Osmanlı locası kapatılamadı ama
Atatürk çıktı yüreklice, yiğitçe locaları kapattı ve tek bir talimatla, gece
talimatıyla. Gece talimatıyla bitirdi ve çok ağır konuşmuştur, ağzına sağlık,
çok da güzel söylemiştir. Komünizme karşıydı. "Beyler" diyor
"Şurası unutulmamalıdır ki Türk Aleminin en büyük düşmanı komünistliktir,
behemahal" diyor "her görüldüğü yerde ezilmelidir." Muhteşem bir
ifade... Atatürk hem şiddetli anti komünistti, anti masondu ve tam bir inanç
sahibi ve Müslüman evladıydı... Benim kitaplarım Atatürk’le ilgili olarak
yazılmış eser olarak en kaliteli, en güzel eserlerdir Cumhuriyet tarihinde,
Atatürk’le ilgili olarak. Gerek dizaynı, gerek süsü, gerek anlatımı, gerek
tekniği, gerek üslup olarak en mükemmeldir. Genellikle biliyorsunuz siyah beyaz
basılır Atatürk’le ilgili kitaplar, soluk eserler şeklindeydi. Ben nasıl kitap
basılır Atatürk’le ilgili, onu gösterdim. Yıllar sonra, ondan sonra takliden
bir şeyler yapmaya çalıştılar, ama yine de olmadı.
Atatürk
Milliyetçiliği
Atatürk Türk Milleti'ni, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk
halkına, Türk Milleti denir" sözleri ile tanımlamıştır. Atatürk'e
göre, Türk halkı birbiriyle kaynaşmış, müşterek bir geçmişe ve kültüre sahip,
milli ülküler için gelecekte birlikte yaşama arzusunda olan bir topluluk
olarak, Türk Milleti'ni oluşturur. Atatürk milliyetçiliğinde kendisini Türk
sayan ve Türk Milleti'ne mesup olmanın şeref ve bilincine sahip herkes
Türk'tür. Bu bilinç, Türk Milleti'ni milli dava için çalışmaya iten en önemli
güçtür.
Türk eli büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yeri aydınlatan
Türk'ün yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,
Trakyalı ve Makedonyalı hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin
damarlarıdır. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka
bir alem görülecek ve dünyaya hayret verecektir. Türk'ün varlığı bu köhne aleme
yeni ufuklar açacaktır.
Atatürk milliyetçiliği, başka milletlerin
milli kültürlerine ve bağımsızlıklarına saygılıdır. Atatürk'ün, "Bize milliyetçi derler; biz öyle
milliyetçileriz ki, bizimle iş birliği yapan bütün milletlere saygı
gösteririz" sözleri ile, milliyetçilik anlayışının nezaketini ve
barışseverliğini ortaya koymuştur. Bu barışsever politika, "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri ile biçimlenmiştir.
Bununla birlikte, Atatürk milliyetçiliğinde ana hedef, Türk Milleti'nin,
kendine yakışır şekilde, onurlu ve şerefli bir millet olarak varlığını devam
ettirmesidir. Bunun için öncelikli şart bağımsızlıktır; bundan sonra yapılması
gereken ise, dünya milletleri arasında, onlarla eşit haklara sahip bir konuma
gelmek ve hatta diğer milletlerin liderliğini üstlenebilmektir. Bu
milliyetçilik bugünkü vatanımızın sınırlarıyla çizilen, yeni topraklara sahip
olma hevesinden arınmış, fakat bağımsız ve özgür yaşamaya kesin azimli, dünya
milletlerini bir aile sayan, her milletin haklarına saygılı, kendi haklarını ve
haysiyetini korumakta kararlı, diğer bir deyişle "insani bir Türk
milliyetçiliği"dir.
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası
ilişkilerde bütün çağdaş milletlerle aynı çizgide ve onlarla uyum içinde
yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel karakterlerini ve başlı başına
bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.
Bu milliyetçilikte Türk Milleti'nin
bağımsızlığı uğruna göze alınamayacak bir fedakarlık yoktur. Çünkü milliyet
duygusu, bir toplumda bireylerin kendilerini bütüne bağlı ve onun bir unsuru
olarak görmeleri ve o milletin bekası için varlıklarını ortaya koymaya hazır
olmalarıdır. Büyük Önder hiçbir zaman ırkçılık temeline dayanan bir
milliyetçiliği savunmamış, daima hars milliyetçiliğinin, yani kültür
milliyetçiliğinin taraftarı olmuştur. Ortak tarih ve kültüre sahip olan
insanımızı milli bir şuur altında birleştirmeye çalışmıştır. Genç Türkiye
Cumhuriyeti'nin de ancak bu şekilde güçlenebileceğini belirterek, "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz;
Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk
harsıyla dolu olursa, o camiaya istinat eden Cumhuriyet de kuvvetli olur" demiştir.
Atatürk, Türk milliyetçiliğinin temeline oturtmaya çalıştığı milli ahlakı ise
şöyle tanımlamıştır:
Gerçekten de, ahlakiyet özel fertlerden ayrı ve bunların üstünde, ancak
toplumsal, milli olabilir. Milletin toplumsal düzen ve sükunu, hal ve gelecekte
refahı, mutluluğu, selameti ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerlemesi,
yükselmesi için insanlardan her konuda bilgi, gayret, nefsin feragatini,
gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını talep eden milli ahlaktır. Mükemmel
bir millete milli ahlakın gerekleri o millet fertleri tarafından adeta muhakeme
edilmeksizin vicdani, duygusal bir nedenle yapılır. En büyük milli duygu, milli
heyecan işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet
öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin evde, mektepte, orduda, fabrikada, her
yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her ferdine bıkmaksızın ve
mütemadiyen verecekleri milli terbiyenin amacı, işte bu yüksek milli duyguyu
sağlamlaştırmak olmalıdır. Ahlakın milli, toplumsal olduğunu söylemek ve maşeri
vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlakın kutsal sıfatını da
tanımaktır.
Milli Egemenliğin
Önemi
Atatürk'ün millet sevgisini gösteren
önemli dellilerden birisi de milletin üzerindeki tüm baskıları ve keyfi
idareleri kaldırarak, milleti kendisinin yöneticisi konumuna getirmesidir.
Milli Mücadele, "milletin
istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" sözleri ile
başlamıştır. "Egemenlik kayıtsız,
şartsız milletindir" sözü ise, Atamızın milletine verdiği değerin
göstergelerinden biridir. Egemenlik, yöneten ve düzenleyen bir güç, bölünmez
bir kuvvettir. Eğer bir ülkede bu güç, o ülkede yaşayanlara ait değilse,
ülkenin dışından geliyorsa, o zaman bu ülkede güçlü ve bağımsız bir devletin
varlığından bahsedilemez. Bu, tam anlamı ile sömürü düzenidir. Dolayısıyla,
güçlü bir devlette söz konusu iradenin muhakkak o ülkenin içinden çıkması,
diğer bir deyişle milli olması şarttır. Atatürk'ün kastettiği "milli"
ve "egemenlik" sözcüklerinin birleşmesinden oluşan "milli
egemenlik" kavramı ise, milletin sahipliği, milletin egemenliği anlamına
gelmektedir. Buna göre, bir devlet üstünde hiçbir yabancı gücün etkisi olmadığı
gibi, milletin üstünde de hiçbir sınıf, zümre veya kişiye ayrıcalık tanınamaz.
Milletin iradesinin üzerinde başka bir irade ve güç yoktur.
I. Dünya Savaşı'nın İtilaf Devletleri'nin
yenilgisi ile sonuçlanmasının ardından, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları
parçalanmaya başlanmış, ülkenin dört bir yanı düşman tarafından işgal
edilmişti. Bu dönemde, düşmana karşı nasıl bir strateji izleneceği, nihai hedefin
ne olması gerektiği hakkında ülkenin aydınları ve önde gelenleri arasında
çeşitli tartışmalar vardı. Bir grup yabancı bir gücün mandası altına girmenin
gerekli olduğunu savunurken, başta Mustafa Kemal olmak üzere bağımsızlık
yanlısı bir grup da mandanın bir tür esaret anlamına geldiğini ve Türk
Milleti'nin asla esareti kabul edemeyeceğini, tek çözümün bağımsızlık olduğunu
savunuyordu. Manda taraftarları arasında da hangi ülkenin mandası olunacağı
konusunda fikir ayrılığı vardı. Bazıları İngiliz mandasını savunurken, bazıları
da Amerikan mandasının kabul edilmesi gerektiğini iddia ediyorlardı.
Atatürk ise, en başından beri bağımsızlığı
Türk Milleti için tek çare olarak gördüğünü ve yeni bir Türk devletinin
kurulması için yola çıktığını Nutuk'ta şöyle anlatıyordu:
Efendiler, ben bu fikirlerin hiçbirisini (mandayı kastederek) uygun
bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı temeller ve mantıklar yanlıştı,
esassızdı. Gerçekte o tarihte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ve devri
sona ermişti, Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı, ortada bir avuç Türk'ün
barındığı bir ana yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da parçalanmasını
sağlamaktı. Neyin ve kimin korunması için, kimden ne yardım isteniyordu. O
halde gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar
vardı. O da milli egemenliğe dayalı,
kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul'dan
çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz
uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.
Böylece daha işin başından izlenecek
strateji ve varılacak amaç belirlenmiş ve ulusal egemenliğe dayalı yeni bir
Türk Devleti'nin kurulmasına adım adım yürünmüş ve sonunda amaca varılmıştır.
Elbette böyle bir hedefin belirlenmesinin temelinde Mustafa Kemal'in Türk Milleti'ne
duyduğu güvenin büyük payı vardır, 'milli egemenlik' ilkesinin dayanağı Türk
ulusudur.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bağımsızlık
ve milli egemenlik görüşü, Samsun'a çıkıldığı anda belirmiş bir fikir değil,
Atatürk'ün gençlik yıllarından itibaren düşündüğü ve planladığı bir görüştür.
Mustafa Kemal'in, daha 1906 yılında Selanik'te arkadaşları ile yaptığı
sohbetlerde bu anlayışı gündeme getirdiği tarihi dökümanlarda yer alan bir
bilgidir. 1917 yılında Suriye Cephesi'nde yazdığı notlarda ve cepheden gönderdiği
mektuplarda ise, "mutlakiyetin yerini milli egemenliğin alması
gerektiğinin" üzerinde durmaktadır. Yine askerlik yıllarında Selanik'te
Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Pars'ın evinde yapılan bir toplantıda, "... Hürriyet olmayan bir memlekette
ölüm ve izmihal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir" sözleri
ile izlenecek yolu belirlemiştir. Bağımsızlık olmadan, çağdaş bir devlet
kurulamayacağının farkında olan Atamız, özgür olmayan bir ülkede yaşamaktansa,
her türlü tehlikeye göğüs gererek, bağımsız bir millet için çalışmayı göze
almıştır. Başka milletlerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla
tarih sahnesinden silineceğini bilerek, "Ben
yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli
istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Samsun'a çıktığı tarih ise, Atatürk'ün
yıllardır üzerinde düşündüğü bir planın hayata geçirilmesinin ilk adımıdır.
Samsun'a geçişin bir diğer anlamı da zaten, halka yönelmek, yalnızca halkın
talep ettiği yönde bir yol izlemektir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ilk
hedefi elbette düşmanın vatan topraklarından çıkarılması idi. Ancak bunun için
öncellikle ulusal güçlerin birleştirilmesi gerekliydi. İşte bu noktada,
Atamızın Türk Milleti'ne duyduğu sevgi, halkta bir kez daha Türk benliğinin
canlanmasını sağlamıştır. Halkımız da içinde bulunulan işgal, yokluk ve türlü
sıkıntılara rağmen bağımsızlık konusunda asla taviz verilmeyeceğini,
vatanımızın korunması için topyekün savaşılacağını, bu uğurda herşeyi
kaybetmeye dahi razı olduğunu bildirmiş ve Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına
tam destek vermiştir. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya çıkışını takiben Amasya
Genelgesi'nde milli egemenliğin temel ilke olduğu şöyle vurgulanmaktadır:
Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul Hükümeti,
yenen devletlerin etkisi altında bulunduğundan, yüklendiği sorumluluklarının
gereğini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin
kararı ve direnişi kurtaracaktır.
Her köy, mahalle, nahiye, kasaba ve ilde,
oranın halkı tarafından seçilen üyelerden oluşan "Kuvayi Milliye"
örgütlerinin özünde Atamızın bağımsızlık aşkı ve ulusal egemenliğe verdiği önem
yatmaktadır. TBMM'nin açılışı ise ulusal iradeye dayanan yeni Türk Devleti'nin
ortaya çıkışının somut sonucudur. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM, Mustafa
Kemal'in arzu ettiği "milli egemenliğin" kurumsallaşmış hali
olmuştur.
Görüldüğü gibi milli egemenlik kavramı,
Atatürk'ün Türk Milleti'nin aydınlık geleceği için önemle üzerinde durduğu bir
kavramdır. Milli egemenlik anlayışına dayalı bir sistemin kurulabilmesi için
tarihi bir mücadele verilmiştir. Atamız, "Büyük
ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir" demiştir ve bu
sözleri ile de açıkça ortaya koyduğu gibi tek isteği, milletinin, kendisinin
çizdiği yolda yürümesi ve asla yılgınlığa kapılmadan sürekli ilerlemesidir. Bu
isteği yerine getirmek tüm vatanseverlerin ve milliyetçilerin en önde gelen
sorumluluklarından biridir.
Vatanın Korunması
Her karış toprağı şehit kanları ile
sulanmış, asırlar boyunca şanlı tarihimize ev sahipliği yapmış olan vatanımız
her Türk için kutsaldır. Türlü zorluklar ve fedakarlıklar sonucu kazanılan
Kurtuluş Savaşı ile Atamız bize üzerinde özgürce yaşadığımız bir vatan bırakmıştır.
Bu vatanın korunması tüm Türk Milleti'nin birinci vazifesidir. Bu nedenle iç ve
dış, potansiyel düşmanlara karşı gereken önlemlerin, her türlü askeri ve
güvenlik tedbirinin alınmış olması vatanımızın geleceği için son derece
önemlidir. Ve Türk Ordusu bu asil görevi üstün bir başarı ile yerine
getirmektedir. Ancak vatanın korunmasında askeri tedbirler kadar önemli olan
bir başka alan daha vardır ve bu alanda tüm Türk Milleti sorumluluk
üstlenmelidir. Bu da, vatanın birlik ve bütünlüğünün korunmasında verilecek
fikri mücadeledir.
Atatürk yaşamı boyunca halkımızı, halkı
çatışmaya teşvik eden, huzuru ve düzeni bozan, ülkeyi felakete
sürükleyebilecek, menfaat grupları arasında kavgalara neden olacak ideolojilere
karşı uyarmış, böyle tehlikeli ideolojilerle mutlaka fikri alanda mücadele
edilmesi gerektiğini söylemiştir. "Çocuklarımız
ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği
ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği telkin edilmelidir." diyerek,
yeni neslin de bu mücadele için bilinçlendirilmesi gerektiğine dikkat
çekmiştir. Atatürk'e göre komünizm ve faşizm bu tarifin içinde yer alan,
milletin geleceği için son derece tehlikeli ideolojilerdir ve Atamız özellikle
komünizmin "her görülen yerde mutlaka ezilmesi gerektiğini"
bildirmiştir. Büyük Önder, her iki ideolojinin de gerçek yüzünü çok iyi
kavramış ve halkımızı da bu konuda bilinçlendirmek için gayret etmiştir. Bir
konuşmasında Atatürk, söz konusu ideolojilerin tehlikelerine şöyle dikkat
çekmektedir:
Biz büyük savaşlar görmüş, büyük bir milletiz... Ama savaşçı değiliz,
barışçı felsefeyi benimsemiş bir milletiz... Kendimizi dünyadan soyutlayamayız.
Dünya milletlerinin emperyalist ülkeler tarafından zaman zaman pervasızca
paylaşıldığını ve bu paylaşma esnasında gelişmemiş ülkelerin tarihten
silindiğini hafızalardan silmek kadar gaflet olamaz. Dünyanın bugünkü durumu
hiç de parlak görünmüyor. Her ülke, gençliğini bir başka ideolojiye sahip
olarak yetiştirme gayreti içinde. İtalya faşizm ideolojisine dört elle sarılmış.
Bu ülkenin diktatörü Mussolini ülkesinin sekiz milyon faşist gencin süngüsü
üzerinde yaşadığını haykırıp duruyor... Almanya'da Hitler'in yaratarak
geliştirmekte olduğu Nazilik de faşizmin bir başka, bir büyük tehlikeli
benzeridir. Hitler bir ırkçıdır. Dikkat buyurunuz, milliyetçi demiyorum,
ırkçıdır diyorum. Alman ırkını en üstün ırk olarak gören bir mecnundur. Tekmil
Alman gençliğini peşine takmış, onlara bu ideali aşılamıştır. Moskova'da
oynanan oyun ise bir başka türlüdür. Stalin yalnız kendi gençliğine değil,
dünya gençliğine komünistlik ideolojisini aşılamaya çalışıyor. Komünistlik
propagandasının, fukarası ve cahili çok ülkelerde ne kolay taraftar topladığı
ise ortada bir gerçektir...
... Hayır, ne komünizm ne de faşizm... Bu iki ideoloji de memleketimizin,
ulusumuzun gerçeklerine, karakterine asla uymaz. Şunu da ilave edeyim ki, ne
faşizmin ne de Nazizm'in sonu yoktur.
Bu sözler Atamızın ne kadar ileri görüşlü
olduğunu bir kez daha göstermektedir. Her iki ideoloji de arkalarında
milyonlarca ölü, binlerce sakat insan bırakmış, girdikleri her ülkeye acı,
yıkım ve felaket götürmüştür. Bu ideolojiler, içten içe milleti kemiren ve
sömüren ideolojilerdir. Gerçek vatanseverlerin bu ideolojilerle fikri alanda
mücadele etmeleri, Atamızın önemli bir vasiyetidir. Türk Milleti, sağlam
karakteri, yüksek seciyesi ve Atamızın bizlere kazandırdığı bilinç sayesinde bu
tarz ideolojilerin etkisine hiçbir zaman girmemiştir ve Türk milliyetçilerinin
fedakarane çalışmaları sayesinde de bu ideolojiler vatanımızda asla başarıya
ulaşamayacaklardır. Ancak bu gerçek, tehlikenin önemini azaltmamaktadır.
Üstelik ülkemiz gerek jeo-politik konumu, gerekse sahip olduğu tarihi miras
nedeniyle her zaman için yıkıcı ve güçten düşürücü saldırılarla karşı karşıya
kalma riski altındadır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, faşizm ve
komünizm başta olmak üzere bütün din-dışı ve materyalist ideolojiler, milli
birliği, bütünlüğü, manevi değerleri hedef almaktadırlar. Materyalistler
vatanlarına, bayraklarına, milletlerine değil, kendi kişisel menfaatlerine
bağlıdırlar. Milliyetçi değil, enternasyonalisttirler. Milletin mutluluğu için
değil, kendi mutlulukları için çalışırlar. Büyük Önderimizin bize öğrettiği ve
bıraktığı vasiyet ise, milli ve manevi değerlere bağlı, vatanını, bayrağını,
milletini seven, milli ahlak inancına sahip olan, mukaddesatını korumak için
gerekirse canını verebilecek insanlar olmaktır. Atamız, bizim ve bizden sonra
gelecek nesillerin, dindar, milliyetçi duygular taşıyan, vatanı ve bayrağı
uğruna hayatını ortaya koyan, yaşamı boyunca milletinin mutluluğu için çalışan,
aile kurumunun kutsiyetini savunan insanlar olmamızı istemektedir. Materyalist
zihniyet ise, Atamızın bize kutsallığını öğrettiği tüm bu değerlerin karşısında
yer almaktadır. Dolayısıyla milliyetçi ve vatansever insanların, yalnızca bu
iki ideolojiye karşı değil, materyalist tüm sistem ve ideolojilere karşı fikri
mücadele içinde olmaları, sinsi odakların kirli oyunlarına gelmemek için dikkat
göstermeleri şarttır.
Atatürk ilkelerinin en yakın takipçisi ve
koruyucusu olan kahraman Türk Ordusu vatanımızı her türlü tehlikeye karşı
gururla korumaktadır. Bizlere düşen de, vatanımızın korunmasının temel
aşamalarından biri olan, söz konusu fikri mücadeleye imkanlarımız doğrultusunda
katkıda bulunmaktır. Unutmamak gerekir ki, Atatürk'ün asıl isteği, bizim, Onun
"fikirlerini, duygularını anlamamız ve hissetmemiz"dir. O zaman
herkes bir Mustafa Kemal olacak ve Atamızın ülküsü tam anlamı ile
gerçekleştirilecektir.
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal...
İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben
değil, bizdir! O, her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için
uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil
ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin
içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz,
hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal
odur!
Gerçek
Atatürkçülerin
Vatana Hizmeti
Büyük Atatürk Türk Milleti'nin üstlendiği
görevi şöyle tanımlamaktadır:
Büyük davamız, en müreffeh millet olarak, varlığımızı
yükseltmektir. Bu, yalnız müesseselerinde değil, düşüncelerinde de
temelli bir inkılap yapmış olan Türk Milleti'nin dinamik idealidir. Bu ideali
en kısa zamanda başarmak için, düşünce ve hareketi beraber yürütmek
mecburiyetindeyiz. Her ferdin son
nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin hiç sönmeyeceğini, onun sonsuz olduğunu
göstermektir. Yüksel Türk, senin için yükselmekte sınır yoktur.
Bu, gerçek Atatürkçülerin uğrunda mücadele
etmekten asla vazgeçmeyecekleri, bu uğurda yılgınlığa kapılıp yorgunluk
duymayacakları ülküleridir. Önceki bölümde, vatanımızın korunmasında gerekli
olan fikri mücadelenin önemi üzerinde durduk. Bu fikri mücadelenin dayanak
noktası Atatürk ilke ve inkılaplarıdır. Bu ilkelerin korunması, doğru anlaşılıp
sürekli gündemde tutulması son derece önemlidir. Unutmamak gerekir ki,
Atatürk'ün eşsiz kişiliğinin ve tarihi mücadelesinin ürünü olan bu ilkeler,
yıkılıp yerle bir edilmiş bir imparatorluğun ardından güçlü, bağımsız, yüzü hep
ileriye dönük yepyeni bir Cumhuriyet çıkarmıştır. Dolayısıyla çağdaşlaşma
yolunda ilerlememizi sağlayacak ana yol da Atatürk ilkelerini rehber edinmek
olacaktır. Atatürk, Türk Milleti'nin sürekli kendi çizmiş olduğu yolda
ilerleyeceğinden emindir:
Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla
ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!
Atatürk bizleri, kendi ilkelerini
unutturmak isteyen kişilerin ortaya çıkabileceği durumlara karşı da uyarmıştır.
Ancak Büyük Önder'in dikkat çektiği çok önemli bir husus vardır; o da kimsenin
bunu başaramayacağıdır. Çünkü Atatürk ilkelerinin temeli Türk Milleti'nin
asırlar öncesine dayanan milli kültürüne, ahlakına ve karakterine bağlıdır. Ve
bu ilkeler özlü ve kuvvetli ilkelerdir:
Bir zamanlar gelir, beni unutmak
veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve
beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım
arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve
kuvvetlidirler ki, bu fikirler Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir,
verimli neticeleri kalpleri doldurur.
Atatürk ülkemize yepyeni bir çehre
kazandırırken çok önemli bir noktayı her zaman göz önünde bulundurmuş, Türk
Milleti'ni millet yapan unsurları; tarihini, dilini, dinini, yani kısaca öz
kültürünü her zaman yaşatacak köklü tedbirler almıştır. İnanç, dayanışma, vatan
ve millet sevgisi, birlik ve beraberlik duyguları bu tedbirlerin temelidir.
Türk Milleti bu erdemler sayesinde dünyanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı
bir tarih yazmıştır. Bu değerlerin sürekli ayakta tutulması, gerçek
Atatürkçülerin en önemli vatan hizmetleridir. Bunların bilinmesi ve yeni
nesillere aktarılması son derece önemlidir. Bizler bugün aziz vatanımızda
bağımsız bir yaşam sürüyorsak, bunu söz konusu erdemleri kendilerine düstur
edinmiş imanlı, cesur, fedakar şehitlerimize, gazilerimize ve hepsinden
önemlisi Atamıza borçluyuz. Türk Milleti'nin her ferdinin bu borcun bilincinde
olması, bu vatanı bizlere armağan edenlere minnet ve şükran duyması ve
hepsinden önemlisi yeni nesillerin de bu duygularla yetiştirilmesi
gerekmektedir. Vatanseverler ve gerçek Türk milliyetçileri bu şerefli görevi
üstlenmişlerdir ve bu, vatanları için yapacakları en büyük hizmettir.
Şimdi kısaca, Atatürk ilkelerinin temelini
oluşturan anlayışları ele alacağız.
1.
Millî Tarih Bilinci
Tarih, bir milletin bütün fertlerinin
bilmesi ve koruması gereken kültür hazinelerinden biridir. Tarih, milletin
geçmişteki varlığı, onun mirası ve bugüne kalan hatırasıdır. Her birey milli
tarihindeki üstün kişi ve olaylardan gurur duyar, ibret alınması gereken
dersleri de hiçbir zaman göz ardı etmez. Milletlerin hayatında tarih, içinde
bulunulan durum ve gelecekte karşılaşılabilecek olaylar birarada
değerlendirildiğinde başarılı sonuçlar elde edilebilir. Millî tarihine sahip
çıkmayan, bu tarihi yeni nesillere aktarmayan milletler, yaşama güçlerini
kaybederler. Bu birikim, o milleti ileri taşıyacak en önemli itici güçtür.
Atatürk milli tarih bilincine çok önem
vermiş, pek çok konuşmasında Türk tarihinin kendisine ilham kaynağı olduğunu
belirtmiştir. Atatürk, Türk tarihini Orta Asya'dan başlayan ve bugüne kadar
ulaşan bir bütün olarak değerlendirir. Türk tarihine olan merakı ise, Manastır
Askeri İdadisi'nde okuduğu yıllara dayanmaktadır. Okulda milliyetçi bir Türk
subayı olan Tevfik Bey'den tarih dersi alan Mustafa Kemal, bu dönemde Türk
tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış, bağımsızlığa yönelik pek
çok düşüncesi ilk olarak bu yıllarda şekillenmeye başlamıştır. Tevfik Bey'den, "kendisine
minnet borcum vardır, bana yeni bir ufuk açtı" diye bahseden Atatürk, Türk
tarihinin zenginliğinden çok faydalanmıştır.
Milli tarih bilinci, Atatürk'ün Türk
Milleti için belirlediği 'çağdaş milletler seviyesine ulaşmak' ülküsünde
benimsenecek yolun nasıl olması gerektiği noktasında da ön plana çıkmaktadır.
Atatürk çağdaşlaşmayı sürekli teşvik ederken, bunun kendi değerlerimizden
uzaklaşmak, tarihimizi reddetmek olmadığını önemle vurgulamıştır:
Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine göre milli hususiyetleri
vardır. Hiçbir millet, aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü
böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milleti
içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki acıdır.
Bir başka sözünde ise, Atatürk şöyle
demektedir:
Biz Batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz, onda iyi
gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi
içinde benimsiyoruz.
Türkiye'nin yalnız ekonomi alanında değil,
sosyal ve kültürel alanda da sürekli kalkınması gerektiğine inanan Atatürk, bu
hedefe ulaşmakta milli tarih bilincinin büyük rol oynadığına inanmaktadır. Bir
milleti ayakta tutan önemli değerlerden olan milli şuur, Atatürk için, milli
tarih bilincine paralel olarak gelişir ve ilerler. "Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve
tarih uğrunda çalışmaya mecburuz." diyen Atatürk, bu konuda ne derece
duyarlı olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle yeni yetişen neslin her zaman
tarih bilincine sahip olmasını istemiş, bunun için de gençlere muhakkak manevi
değerlerin öneminin, gelenek ve göreneklerimizin, kültür birikimimizin
anlatılması gerektiğini vurgulamıştır. Bununla da kalmamış, maneviyatımızı,
milli değerlerimizi, mukaddesatımızı, kültürümüzü hedef alan her türlü unsurla
sonuna kadar mücadele etmek gerektiğinin gençlere öğretilmesini istemiştir.
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne
olursa olsun, en evvel Türkiye'nin istiklaline, kendi benliğine, milli
ananelerinde düşman olan bütün unsurlarla mücadele etme lüzumu öğretilmelidir.
Bu nedenledir ki Atatürk, tarih ilminin
eğitim ve öğretim programlarında geniş olarak yer almasından yana olmuştur.
Gençlere ve Türk Milleti'ne bilimsel bir şekilde öğretilecek olan milliyet
kavramı ile, toplum yaşantısının daha bilinçli olacağına inanmıştır. Bu nedenle
insanların milletleri için çalışmaları ve gelecek günlerin güvenliğini sağlamak
temel görüşü üzerinde haklı olarak durmaktadır:
Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. Kurtuluş Savaşı'nda benim de milletime ettiğim birtakım hizmetler olmuştur
zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanın hepsi
milletin eseridir, dedim. Aranacak olursa, doğrusu da budur. Mazide sayısız
medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için,
yapmamız lazım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz. Bugüne ve
yarına bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmi araştırmalar da
bunlar arasındadır. Benim arkadaşlarıma tavsiyem şudur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için el birliği ile
çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.
2. Millî Kültürün Geliştirilmesi
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin
milli kültür olduğunu ifade etmiştir. Milli kültür bir millete kimlik
kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı ortaya koyan, o millete ait
maddî ve manevî değerlerin bütününe verilen isimdir. Bir toplumu millet yapan
ve onun bütünlüğünü sağlayan, milli kültürdür. Milli kültürün, o milletin
benliğinin şekillenmesinde, gelişmesinde ve güçlenmesinde büyük payı vardır.
Milli kültürüne sahip çıkamayan, bu değerleri gereği gibi kavrayıp benimsememiş
bir toplumun güçlü olması ve hatta varlığını devam ettirebilmesi mümkün
değildir. Atatürk, "Kendi kültürel
değerlerine saygılı olmayan milletleri, başka milletler de saymaz. Böyleleri,
diğer milletlerin avı olmaya mahkumdur" sözleri ile bu gerçeğe işaret
etmiştir.
Atatürk inkılaplarının temelinde de, "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli Türk
kahramanlığı ve Türk kültürüdür" sözlerinde de görüldüğü gibi, Türk
milli kültürü vardır. Çünkü Atatürk gayet iyi bilmektedir ki, inkılaplar ancak
milletin değerleri ile, ihtiyaçlarıyla, düşünce yapısıyla uyumlu olduğu
müddetçe kalıcı ve başarılı olabilirler. Bu sosyolojik bir gerçektir. Bu
gerçeği Atamız şöyle ifade etmektedir:
Araştırmalarımıza temel olarak çok defa kendi memleketimizi, kendi
tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı
almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır.
Lakin kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız "milletimizi en mesut millet
yapayım" der. "Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynı öyle
yapalım" der. Lakin düşünmeliyiz ki, öyle bir teori hiçbir devirde başarı
kazanabilmiş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için
felaket olabilir. Aynı sebep ve şartlar, birini mesut ettiği halde diğerini
bedbaht edebilir. Onun için bu millete
gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, keşfinden
faydalanalım, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmalıyız.
Bu sözler, Cumhuriyet Türkiyesi'nin millî
kültüre dayalı olarak kurulduğunun ve bu kültüre dayalı olarak yükselip
gelişeceğinin bir ifadesidir. Büyük Önder için milli kültür, milli birliğin ve
vatanın bölünmezliğinin en önemli unsurlarındandır. Atatürk'ün anlayışında
milli kültür ve milli birlik, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrılması
mümkün olmayan iki önemli değerdir.
Atatürk, millî kültür konusunda hedeflerin
neler olduğunu da şöyle belirtmiştir:
Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti'nin tarihî bir vasfı da güzel
sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimin yüksek
karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, yaratıcı zekâsını, ilme bağlılığını,
güzel sanatlar sevgisini ve millî birlik duygusunu sürekli ve her türlü
incelemelerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür.
3. Türk Toplumunun Çağdaş Uygarlık
Düzeyinin Üstüne Çıkarılması
Atatürk hayatı boyunca yalnızca milletini
düşünmüş, kendi menfaati ve kişisel geleceği için hiçbir çalışması olmamıştır.
Aldığı tüm kararlarda, attığı tüm adımlarda bu açıkça görülür. Atatürk'ün
hayattaki en büyük ideali, bağımsız vatan toprakları üzerinde milli birlik
duygusuyla kenetlenmiş çağdaş bir toplum oluşturmaktı. Vatanı kurtaran, hür ve
bağımsız Türkiye idealini gerçekleştiren Mustafa Kemal, yeni Türkiye'yi
modernleştirmek amacı ile çağdaş medeniyet idealine yöneltmiştir. Atatürk Türk
Milleti'nin çağdaşlaşmasını hayati dava olarak görmüş ve bunu asla
vazgeçilmemesi gereken bir mücadele olarak kabul etmiştir. "Büyük davamız en medeni ve en üst refah seviyesinde bir millet
olarak varlığımızı yükseltmektir" sözleri ile bunu dile getirmiştir.
Bir başka sözünde ise, bu hedefi şöyle vurgulamıştır:
Milletimizin hedefi, milletimizin ideali bütün dünyada tam manasıyla medeni
bir toplum olmaktır. Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında
kalmaya mahkumdurlar.
Atatürk'ün hayatını genel olarak iki
döneme ayırmak mümkündür: Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet'in ilanının
ardından başlayan Çağdaşlaşma dönemi. Atatürk, çağdaşlaşmanın gereği olarak
bilim ve teknolojiden yararlanma ve eğitim sahasını genişletme konuları
üzerinde önemle durmuştur. Bunun yanı sıra ekonomi alanında ve sosyal hayatın
çeşitli alanlarında yapılan atılımlarla, milletin önüne yeni ufuklar açılmış,
çok kısa süre içerisinde büyük gelişmeler yaşanmıştır.
Pek çok kurum Batı ile özdeşeleşecek
şekilde yeniden yapılandırılmış, böylece modernleşmenin temeli atılmıştır.
Atatürk çağdaşlaşmanın ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu ve bunun için
izlenmesi gereken yolu ise şöyle tarif etmiştir:
Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin zaman kaybetmeden
yayılması ve gelişmesi zorunludur. Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, yazarlarımız
ulusa geçmiş yıkılış günlerini, bunların gerçek nedenlerini anlatacaklardır. Bu
kara günlerin geri dönmemesi için yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye'nin
varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu
hatırlatacaklardır. Görülüyor ki, en önemli ve en verimli ödevlerimiz, öğretim
ve eğitim işleridir. Bu işlerde ne yapıp yapıp başarıya ulaşmamız gerekir. Bir
ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır. Bu zaferin sağlanması için hepimizin
bir vücut gibi belirli bir program üzerinde çalışmamız gerek.
Çağdaş uygarlığa ulaşmak için gösterilen
çabanın sürekli olması gerektiğini ise, 29 Ekim 1933'de Cumhuriyet'in ilanının
10. yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmasında şu şekilde anlatmıştır:
Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük
işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en
medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta
ve kaynaklarına sahip kılacağız.
Çağdaşlaşma ülküsünün önemini anlayacak,
anlatacak, kendisinden sonraki nesillerin de bunu yaşamasını sağlayacak kişi ve
kurumları meydana getirmek, Atatürk için son derece önemliydi. Çağdaşlaşmanın
gerçekleştirilebilmesi için bilim ve teknolojideki gelişmelerin yakından takip
edilmesi ve genç neslin çok iyi yetiştirilmesi Atatürk'e göre temel
koşullardır. Atatürk, en büyük arzularından biri olan Türk toplumunun medeniyet
yolunda ilerlemesi hedefinin gençler tarafından gerçekleştirileceğine inanan
bir liderdi. Bu nedenle de bu önemli görevi gençlere vermiş, Cumhuriyet'i
korumak ve yükseltmekten gençleri sorumlu kılmıştı. Çağdaş ve her yönü ile
uygar bir toplumun ortaya çıkarılabilmesi için bilgili, kültürlü, yüksek
karakterli kişilerin yetiştirilmesi şarttır. Atatürk bu düşüncesini şöyle ifade
etmektedir:
Gençliği kesinlikle ideal sahibi ve ülkeyle ilgili olarak yetiştirmek
herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen görevidir. Gençliği
yetiştiriniz. Onlara bilim ve kültürün pozitif düşüncelerini veriniz. Geleceğin
aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya konulduğu vakit,
Türk Milleti yükselecektir.
4. Türk Milleti'ne
İnanmak ve Güvenmek
Atatürk, gençlik yıllarından itibaren Türk
Milleti'nin büyüklüğünü kavramış ve Türk'ün ruhuna, cesaretine, karakterine çok
güvenmiştir. Türk Milleti'nin ahlakını, yapısını, kültürünü, tarihi birikimini
çeşitli konuşmalarında öven ve tüm başarısının asıl sahibinin Türk Milleti
olduğunu bilen Atatürk, Türk Milleti'ne inanmayı ve güvenmeyi ilkelerinin de
temel dayanaklarından biri olarak görmüştür. Milli Mücadele'ye Türk Milleti'ne
güvenerek başlamış ve "Hazinemiz,
istiklal ve vatanperverliğin kıymetini takdir etmeyi öğrenmiş olan
milletimizdir" sözleri ile Türk Milleti'ne duyduğu inancı
vurgulamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurarken, Türk Milleti'ne olan
sonsuz inanç ve güvenini hiç yitirmemiş, ilke ve inkılâplarının en güzel
şekilde uygulanacağına inanmıştır. Samsun'a ayak bastığı ilk günden itibaren
kendisine umut veren asıl gücün milleti olduğunu ifade etmiştir.
Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiçbir
kuvvet yoktu. Yalnız Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı
dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk
Milleti'ne güvenerek işe başladım.
1919 yılında yaşanan ve Atatürk'ün Türk
Milleti'ne inancını pekiştiren bir olay ise şöyledir:
3 Temmuz 1919 günü Atatürk Erzurum'a gelir. Ilıca önlerinde Erzurumlular
tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı zaman, Çukurova'da muhacir olarak
bulunup Erzurum'a dönen Mevlüt Ağa'yı görür ve ona sorar:
- Çukurova gibi verimli memleketten niye döndün, yoksa geçinemedin mi?
- Hayır Paşam. Geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki,
İstanbul'daki ırzı kırıklar bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki
göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar.
Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş Mevlüt Ağa'nın iman dolu göğsünden
gelen bu ses yine onun gibi tunç çehreli askerin gözlerini yaşartır. Bu cevabın
üzerine gözü yaşlı Mustafa Kemal Paşa etrafındakilere döner ve şöyle der:
- Bu milletle neler yapılmaz ki...
Büyük Önder'in anlayışında, Milli
Mücadele'yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir. Bu nedenle de millet
sevgisi üzerinde çok durmuştur. Gerçekten milletini seven kişinin, millet
tarafından da çok sevileceğini bildirmiştir. "Millet sevgisi kadar büyük bir mükafat yoktur" sözü Atatürk'ün
konuya verdiği önemi göstermektedir.
Atatürk, vatan için yola çıkanların ve
tevazuyla, mertçe, dürüstçe çalışanların mutlaka milletimizden büyük destek
göreceğine inanmıştır. "Türk
Milleti, arzu ve istidatının yönelmiş olduğu istikametleri görmeye çalışan ve
görebilen evladını, daima takdir ve himaye etmiştir" sözleri, bu
inancın ifadesidir. Bu özellikleri ve çok daha fazlasını üzerinde taşıyan
Atamıza milletimizin gösterdiği teveccüh, bu inancın doğruluğunu
göstermektedir. Atatürk Türk Milleti'ne duyduğu sevgiyi, hayranlığı ve güveni
defalarca vurgulamıştır. Türk Milleti'nin, diğer dünya milletlerine örnek olan
yönlerini pek çok konuşmasında dile getiren Büyük Önder bir sözünde de şöyle
demektedir:
Batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları
tanırım, Almanları, Rusları... şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp
sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin
ederek, size temin ederim ki, bizim
milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi kuvvetinin üstündedir.
Atatürk'ün millet sevgisini en güzel ifade
eden örneklerden birisi de Sayın İsmet İnönü'nün Atamızın vefatının ardından
Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmadır:
En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk Milleti'nin
halarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini
ispat etmekle geçirmiştir. Milletimizin büyüklüğüne, kudretine, faziletine,
medeniyet istidadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz
itikadı vardı. "Ne mutlu Türküm
diyene" dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını ve
manalı bir surette hülasa etmiştir.
5. Millî Birlik ve Beraberlik
Milli birlik ve beraberlik anlayışı
Atatürk ilkelerinin ve Atatürk milliyetçiliğinin ana öğesidir. Milletlerin doğuşunu,
yaşamasını ve ilerlemesini sağlayan en önemli unsurdur. Atatürk ilkelerine
göre, millet aynı ideale bağlı insanların oluşturduğu bir birliktir, milleti
millet yapan, bu milletin mensuplarının birlik, beraberlik ve dayanışma içinde
olmalarıdır. Kişisel başarılar da ancak milli ve manevi ittifak ile kuvvet
bulur. Atatürk'ün de çeşitli sözlerinde görüldüğü üzere, birlik ve beraberlik
içinde hareket etmeyen, karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma içinde olmayan
toplumların hiçbir zaman çağdaş ve dünya ulusları içinde yer alamayacağı ve bir
millet olarak var olamayacağı kesindir. Bu nedenle de milli birlik ve
beraberlik, tüm Türk Milleti tarafından özenle korunması gereken bir ilkedir.
Atatürk de bu hususa önemle dikkat
çekmiştir. Atatürk, Milli Mücadele'yi ilk başlattığı andan itibaren, başarının
ancak milli birlik ve beraberliğin tesis edilmesi ile sağlanabileceğini
bilmekteydi. Zaferin kazanılmasından sonra da, bu tarihi başarının milli birlik
ve dayanışma ile elde edildiğini defalarca gündeme getirmişti. Atatürk, Türk
Milleti'nin milli birlik içinde hareket ettiği zaman aşamayacağı hiçbir zorluk
olmadığını çok iyi biliyordu.
Bu nedenledir ki Atatürk, Türk Milleti bir
bütün haline gelmeden Kurtuluş Savaşı'nı başlatmamış, bölücü akımları ve
ayaklanmaları bastırdıktan sonra ana hedefe yönelmiştir. Sivas Kongresi ise,
bağımsızlık kararının alındığı Erzurum Kongresi'nden sonra, milli birlik ve
beraberliğin köklerinin güçlendiği yer olmuş ve bütün yurttan temsilcilerin
katılmasıyla yapılan kongrede ulusal bütünlük ön plana çıkmıştır. Milli birlik
ve beraberlik duygusundan kaynaklanan milli şuur, o zorlu dönemde olduğu gibi
günümüzde de Türk vatanının bölünmez bütünlüğünün teminatıdır.
Türk Milleti, Kurtuluş Savaşı boyunca
milli birlik ve beraberliğin, tarihteki en güzel, en şerefli örneklerinden
birini sergilemiştir. Bu hareket Türk Milleti'nin esarete karşı istiklalini
korumak yolunda bir tepkinin, isyanın ve milli bilinçlenmenin bir örneğidir.
Gücü yeten tüm vatan evlatları cephede bağımsızlık için çarpışırken, cephe
gerisinde de milletimiz tüm imkanlarını seferber etmiştir. Örneğin, Sakarya
Meydan Muharebesi öncesinde yayınlanan kararnamenin emrine uyarak her Türk
ailesi birer çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp ordusuna giydirmiş,
milletçe ellerindeki yün, tiftik, bez, kumaş, deri ne varsa silahlı güçlerin
emrine vermiştir.
Unutmamak gerekir ki, yaşadığı hayat
Atatürk'e, vatana ve millete karşı yöneltilen en büyük tehlikenin, milli birlik
ve beraberliğimizi bozarak devletimizi yıkmak isteyenler olduğunu göstermiştir.
Bu yüzden Atamız "Milli birlik
duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle inkişaf ettirmek milli
ülkümüzdür" diyerek milli ülkünün önemini ifade etmiştir.
Atatürk yaşamı boyunca her bakımdan
birleştirici bir insan olmuştur. Çeşitli görüşlere sahip insanları ortak bir
amaç uğrunda birleştirmiştir. O'nun bu yeteneği Türk Milleti'nin birlik
sevgisinden kaynaklanmaktadır. "Millet
ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz.
Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için
herşeye girişir ve bu amaç uğruna her fedakarlığı yaparsa, başarılı olmaması
mümkün değildir. Elbette başarır. Başaramazsa o millet ölmüş demektir" diyerek,
milli birliği güçlü olan ulusların her zaman kuvvetli olacağını belirtmiştir:
Bir insan kendisini milletle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli
olur bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür. Eğer ben, izahata izhar-ı acz
eylersem, beni mazur görünüz.
Büyük Önder milli dayanışmaya verdiği
önemi şu satırlarda açıkça dile getirmektedir; "Türkiye Cumhuriyeti halkını; ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil,
fakat kişisel ve sosyal hayat içinde iş bölümü itibariyle çeşitli mesleklere
ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir." Bu
ifadeden de anlaşıldığı üzere amaç her zaman için toplumdaki bireyler arasında
dayanışmayı sağlamak olmuştur. Atatürk'ün Türk Milleti ile ilgili olan şu
görüşleri, Onun ne kadar birleştirici ve ırkçılıktan uzak olduğunun bir
göstergesidir:
... Bugünkü Türk Milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine
Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri
propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin
istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti,
gerici beyinsizden başaka hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir
tesir doğurmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de, tüm Türk toplumu gibi aynı
ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.
Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve
talihlerini Türk Milleti'ne vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine
yan gözle, yabancı nazarıyla bakmak, medeni Türk Milleti'nin asil ahlakından
beklenebilir mi?
Atamızın milli birlik ve beraberliğin
önemini dile getirdiği bir diğer özdeyişi ise şöyledir:
Cenab-ı Hak birleşik ve birlikte çalışan, şerefini,
namusunu koruyan milletleri mutlu eder. Biz de bundan önce
olduğu gibi, bundan sonra da birleşik olarak ve birlikte çalışarak Allah'tan
böyle bir saadeti haklı olarak bekleyebiliriz.
6. Vatanın Bölünmezliği
Milli birliğin en önemli neticelerinden
birisi ve Atatürk ilkelerinin ana öğesi, vatanın bölünmez bütünlüğüdür. Vatanın
bütünlüğü, devletin fiziki yapısını meydana getiren ulusun birliğini, bütünlüğünü
ve bölünmezliğini ifade eder. Atatürk hiçbir zaman vatanı milletten ayrı
düşünmemiştir. Milletin üzerinde yaşadığı vatan, bir bütündür, kutsaldır.
Atatürk'ün vatanın bağımsızlığı ve bölünmezliği ilkesi, Amasya Genelgesi'nde "ya istiklal ya ölüm", Erzurum
Kongresi'nde, "milli sınırlar içinde
vatan bölünmez bir bütündür" şeklinde ifade edilmiştir. Sivas
Kongresi'nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Milli ile milletçe uygulanan bir
politika halini almıştır. Misak-ı Milli ve Kuva-yi Milliye ruhu ile Atatürk'ün
liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, hem siyasi yapılanma hem de insan
unsuru bakımından (üniter) devlet temel niteliğiyle oluşturulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter bir
devlettir, diğer bir deyişle, kendi bünyesinde farklı kanunların geçerli
olduğu, farklı yönetim bölgeleri yoktur. Federatif yapılar yoktur. TBMM'nin
yetkisi tüm Türkiye topraklarını kapsar ve her Türk vatandaşı bu topraklar
üzerinde eşit muamele görür. Söz konusu üniter devlet yapısı, Türkiye'nin
bölünmez bütünlüğünün ve iç huzurunun teminatıdır. Üniter devlet yapımızın
temelinde ise, Atatürk'ün bizlere öğrettiği milliyetçilik anlayışı ve Misak-ı
Milli ile çizilen vatan sınırları vardır.
Yüzlerce yıldır birlikte yaşayarak,
uğrunda birlikte ölerek vatan haline getirdiğimiz aziz yurdumuz ise,
milletimizin her bireyi için canından daha değerlidir. "Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatlerinin
aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, vatansız ve milliyetsiz beyinlerin
saçmalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak bir millet değildir" diyen
Atatürk, Türk Milleti'nin vatanının bölünmez bütünlüğünü koruma hususundaki
hassasiyet ve kararlılığını vurgulamıştır.
Ayrıca Atamız iç ve dış düşmanların her
zaman olabileceğine, bu art niyetli kişilerin vatanımızın bölünmez bütünlüğünü
hedef alabileceklerine dikkat çekmiş ve bizlerden bu tehlikelere karşı hep
uyanık olmamızı istemiştir. Türkiye, uluslararası siyaset alanında sahip olduğu
jeo-politik durumu ve üstlendiği önemli rol nedeniyle, tarih boyunca şiddetli
düşmanlıklara, zalim ve hain tertiplere, çeşitli saldırılara hedef olmuştur.
Türk Milleti, tarih boyunca hem bölgesel hem de evrensel tehditlerle karşı
karşıya kalmıştır. Ama milletimiz düşmanın dışarıdan gelen saldırılarına karşı
koymayı daima başarmıştır.
Buraya kadar ele aldığımız Atatürk
ilkelerine temel oluşturan unsurlar sayesinde bugün Atatürkçülük, tarihe en
önemli ulusal modernleşme hareketi olarak geçmiştir. Bu hareket, Türkiye'nin
dışında daha pek çok millete bağımsızlık yolunda ışık olmuş, yol göstermiştir.
Parçalanan, paylaşılan ve yıkılan bir devletten, yepyeni bir Cumhuriyet'in
kurulması, hiç şüphe yok ki Atatürk'ün üstün liderlik vasfının bir sonucudur.
Dağılmış ve işgale uğramış, milli benliğini kaybetmiş bir milletin yeniden
oluşumunun ve öz benliğini kazanma sürecinin temelinde Atatürk ilkeleri vardır
ve bu ilkelerin korunup yaşatılması hepimizin sorumluluğudur.
VE MİLLİYETÇİ İNSANLARIN ÖZELLİKLERİ
Vatansever ve gerçek Türk
milliyetçilerinin önündeki en önemli örnek Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu
nedenle, ideal vatansever ve milliyetçi insanın nasıl olması gerektiğini
belirlerken, Atatürk'ün üstün ahlakı ve kahramanlıklarla dolu yaşamı bize yol
gösterecektir. Atamızın bize vasiyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Atatürk
ilke ve inkılaplarını rehber edinen; Türk Milleti'nin milli, ahlaki, insani,
manevi ve kültürel değerlerini taşıyan; Türk olmanın şerefini hisseden;
milletinin menfaatini kendi çıkarlarından üstün tutan; aile, ülke ve millet
sevgisi ile dolu; Devletimize karşı sorumluluklarının bilincinde olan; hür ve
bilimsel düşünceyi savunan; tarihini çok iyi bilen, ancak yüzü her zaman
ileriye dönük insanlar olmamızdır. Atatürk, kendi gösterdiği yolda ilerlerken
bazı engellerle karşılaşabileceğimizi, ancak vatan sevgisiyle, dürüstlükle, çalışkanlıkla
tüm bu zorlukların üstesinden gelebileceğimizi söylemiştir. Gerçek
vatanseverlerin ve Atatürk milliyetçilerinin üstlendiği sorumluluk büyük,
izlediği yol ise çeşitli zorluklarla doludur. Ancak Atatürk ilke ve
inkılaplarını rehber edinen kişilerin yolu her zaman bu ilkelerle aydınlanacak,
vatan ve millet sevgisi cesaretlerini pekiştirecektir.
Bizim de gelecek kuşaklara bırakacağımız
en önemli miras, Atamızın izinde yücelttiğimiz Cumhuriyetimiz ve Cumhuriyet'in
temel taşı olan değerler olacaktır. Gelecek nesilleri Türk Milleti'nin
varlığının temeli olan Atatürkçülükte bütünleştirmek, gençlere Atatürkçülüğe
bağlı milli ahlakı aşılamak ve Atatürkçülüğü bir bütün olarak, en doğru ve saf
hali ile öğretmek Türk milliyetçilerinin üstlendiği büyük görevdir. Bu görevi
yerine getirebilmek için, öncelikle gerçek bir vatanseverin ve Türk
milliyetçisinin sahip olması gereken özellikleri kazanmak gereklidir.
Manevi Değerlere
Sahip Çıkmak
Atatürk dine ve manevi inançlara bağlı ve
saygılı bir liderdi. O, İslam ahlakını daha küçük bir çocukken öğrenmiş, tahsil
yaşamı boyunca da bilgilerini pekiştirerek geliştirmiştir. Atatürk, Türk
Milleti'ni dindar olmaya ve dini değerlerini muhafaza etmeye teşvik etmiştir. "Din lüzumlu bir müessesdir. Dinsiz
milletlerin devamına imkan yoktur."40 sözü
Atamızın, manevi değerleri milletimiz için ne kadar önemli gördüğünü
göstermektedir. Mustafa Kemal Atatürk, İslam dininin özüne uygun olarak ve tam
anlamıyla yaşanmasını istemiştir.
Atamızın da dikkat çektiği gibi, bir
milleti birarada tutan en güçlü bağ olan din, aile, ahlak ve devlet
müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurdur. Dini değerlerin
olmadığı veya göz ardı edildiği bir toplumda, aile, ahlak, devlet kavramları da
değerini yitirmeye başlar ve bunun ardından hızlı bir toplumsal çöküş yaşanır.
Böyle bir gelişme ayrıca, tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın,
bir milleti birbirine bağlayan milli ve manevi tüm bağların parçalanmasını,
anarşinin başlamasını ve toplumun bölünmesini kaçınılmaz hale getirecektir.
Atatürk bir sözünde şöyle demiştir:
Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır, demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da
öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.41
Görüldüğü gibi, Atatürk tüm yönleriyle
olduğu gibi dindarlığıyla ve manevi değerlere verdiği önemle de milletine
mükemmel bir örnek olmuştur. Nitekim Atamızın, vefatından çok kısa süre önce
halkına ilettiği sözleri de vatansever insanların dinlerine bağlı olmaları
gerektiğini bir kez daha vurgulamaktadır:
Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed (sav)'in
gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli.
Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed (sav)'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket
etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu
şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.42
Devlete İtaatli
Olmak
Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü
paylaşan toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma refah ve huzur sağlama
amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama,
yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur. Tarihin bilinen en
eski devirlerinden beri var olan devlet, toplumlar için vazgeçilmez bir
kurumdur. Bir toplumda asayiş ve güvenliği sağlayacak, zararlı davranışları
kanunla yasaklayacak ve bu kanunların uygulanmasını sağlayacak yegane güç
devlettir. Bunun yanı sıra toplumların temel ihtiyaçları olan sağlık, milli
eğitim, kültür, alt yapı gibi hizmetler de çoğunlukla devlet tarafından
karşılanır. Devlet tarafından sağlanan bu düzenin kalıcı olması ise, toplumun
bireylerinin devlete saygısı ve itaati ile doğru orantılıdır.
Türk tarihinde devlet kurumu her zaman
kutsal olmuştur. Türkler tarihe, kurdukları güçlü devletlerle adını yazdırmış
bir millettir. Bilge Kağan'ın "Ey Türk, üstte mavi gök çökmedikçe, altta
yağız yer delinmedikçe, senin ilini, töreni kim bozabilir?" sözü ile ifade
ettiği gibi, Türk devlet anlayışında süreklilik esastır. Aynı şekilde Mustafa
Kemal de "Benim naçiz vücudum elbet
bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır."
özdeyişi ile bunu vurgulamıştır.
Atatürk devlete bağlılığın üzerinde önemle
durmuştur. Çünkü bir milletin varlığı ve bekası için, güçlü bir devlete sahip
olması zorunludur. Ve Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti'nin yararını gözeten,
milletin refahının, güvenliğinin ve geleceğinin yegane temeli olan bir devlettir.
Devletimizin korunması, her Türk vatandaşının birinci görevidir. Vatansever ve
milliyetçi insanlar, devletin kurumlarına zarar verecek, bu kurumların
işleyişini aksatacak ya da devletin değerlerini yıpratacak bir faaliyet içine
kesinlikle girmeyecekleri gibi, buna yeltenenlerin de her zaman karşısında
olacaktır.
Efendiler, biz bize benzeriz. Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve
kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuşlardı. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve
dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha
büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.43
İyi bir yönetici, milletinin huzur ve
saadetini sağlamak için çalışır. Mustafa Kemal Atatürk, bütün hayatı boyunca
bunu yapmaya çalıştı. Milleti için çalışmayı bir görev saydı. "Millete efendilik yoktur. Hadimlik
vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur." sözü ile
yöneticilerde bulunması gereken özelliği belirtmiştir. Mustafa Kemal, hayatı
boyunca Türk Devleti'nin ve Milleti'nin çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde
tutan ender devlet adamlarından birisidir. Savaştaki kahramanlığı kadar, devlet
kurup yönetmedeki ustalığı, ileri görüşlülüğü ve barışseverliği ile Atatürk,
tarihte eşine az rastlanan bir yöneticidir.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL MALATYA TV'DEKİ RÖPORTAJI,
7 OCAK 2009
KANAL
MALATYA:
Atatürk dindar mıydı?
ADNAN
OKTAR:
Atatürk hem ne dindardı, hem ne mükemmel insandı. Anlatsak sabahlara kadar
bitmez. Bir insan düşünün ki Müslümanların temel ihtiyacı olan bilgiyi, yani
Kuran’ı tefsir ettiriyor. Ve en mükemmel âlime tefsir ettiriyor. Elmalılı Hamdi
Yazır Efendi’ye. Ve bu tefsiri Türk Halkı’na sunuyor. Ve en muteber hadis
kitabını açıklattırıyor. Şerh ettiriyor. Sahih-i Buhari’yi halkına sunuyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurduruyor, halkına sunuyor. Ve diyor ki Türk
Milleti’nin en büyük düşmanı komünistliktir. Ve her görüldüğü yerde
ezilmelidir. Tam bir aslan üslubu maşaAllah. Türk Birliği’ni savunuyor, İslam
Birliği’ni savunuyor, Türk İslam Birliği’ni savunuyor. Ve Kuran aşığı, her
akşam Kuran okutturuyor ve dinliyor. Peygamberimiz (sav)’in güzel ahlakını,
onun güzel hayatını çok iyi bilen bir insandı. Tam bir peygamber hayranıdır.
Yani o kadar çok Atatürk’ün Peygamberimiz (sav)’le ilgili güzel sözü vardır ki,
söylediğim gibi ben sabaha kadar anlatsam bitmez.... Mesela Atatürk diyor ki
“Ey millet Allah birdir. Şanı büyüktür.” Ağzından nur akıyor bak maşaAllah.
“Allah’ın selameti, atıfeti, hayrı üzerinize olsun.Koyduğu esas kanunlar” -
dikkat edin- “Kuran’ı azimüşandaki ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhunu vermiş
olan dinimiz son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate
uymamış olsaydı, bununla diğer İlahi ve tabii kanunlar arasında aykırılıklar
olması gerekirdi. Bütün İlahi kanunları yapan Cenab-ı Hak’tır.” Tam Müslüman
evladı bak maşaAllah. “Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz.
Muhammed’in gösterttiği yolu takip etmeli. Ve verdiği talimatları tam olarak
tatbik etmeli.”
SAYIN ADNAN OKTAR'IN
EKİN TV'DEKİ RÖPORTAJI,
2 ŞUBAT 2009
ADNAN
OKTAR: Atatürk
dindarlığını bütün açıklığıyla ortaya koyan bir insandır. Bakın Atatürk’ün
günlüğünden biraz anlatayım. Oradan daha iyi anlarlar. 9 Mart 1922, Perşembe,
Sivrihisar, kendi el yazısıyla. “Saat sekize doğru, akşam İsmet Paşa geldi.
Evvela yemek, yemekten sonra 10 Mart için program kararlaştırıldı. Siyasi durum
hakkında bilgi verdim.” Bakın dikkat edin. “Ondan sonra hafıza Kuran okuttuk.”
Buyurun. 10 Mart 1922 Cuma, Aziziye. Günlüğü bu kendi el yazısıyla yazdığı.
“Selahattin Paşa da gelmişlerdi. Beraber yemek yedik. Bazı telgraflar gelmişti.
Gördüm,” Sonra bakın ne diyor, “Hafıza Kuran okuttum.” 17 Mart Cuma, Akşehir,
karargaha dönüş. “Saat sekize kadar yalnız kaldım. Mustafa Abdülhalik Bey
geldi, hafıza Kuran okuttuk” ve devam ediyor. 20 Mart Pazartesi, Akşehir.
“Fahrettin Altan Paşa ve kurmayını yemeğe davet etmiştim. Hafıza Kuran
okuttuk.” 24 Mart Cuma, Akşehir. “Mütareke teklifini Celal Bey bildirdi. Cuma
namazında hafız Ulucami'de mevlit okudu. Gece yarısından sonra sekiz saat beşte
sabaha kadar Ankara'da Bakanlar Kurulu ile görüşme yaptım.” Gece gündüz Kuran
okutan, hafızın okuduğu Kuran’ı zevkle dinleyen bir insan.
Cesur Olmak
Mustafa Kemal, vatanı ve milleti için
canını feda etmekten kaçınmazdı. Çanakkale Savaşı esnasında Anafartalar Grubu
Komutanı iken, hep en ön safta savaştı. Bu savaş sırasında Atatürk'e bir
şarapnel parçası isabet etmiş, fakat sağ cebinde bulunan saati kendisini
ölümden kurtarmıştı. Sakarya Savaşı sırasında atından düşmesi üzerine kaburga
kemikleri kırılmıştı. Buna rağmen cepheden ayrılmamış, savaşı sedye üzerinden
yönetmişti. Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir aşkla seven Mustafa Kemal
Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona adamıştır.
Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük
hediyem olmak üzere, Türk Milleti'ne canımı vereceğim." sözü, vatan
sevgisinin ve cesaretinin en güzel örneklerinden birisidir.
Atamızın cesareti Bağımsızlık Savaşı
boyunca Türk askerlerine de cesaret vermiş, bu cesaretle büyük bir mucize
gerçekleştirilmiştir. Cephede hep ön saflarda yer alan Atatürk, "Savaşta yağan mermi yağmuru, o
yağmurdan ürkmeyenleri ürkenlerden daha az ıslatır."44
demektedir. Cephane ve asker gücü olarak son derece kısıtlı imkanlara sahip
olan, yokluk ve fakirlik içindeki Türk Milleti, dünyanın gelişmiş ordularına
karşı tarihi bir zafer kazanmıştır. Atatürk'ün Bağımsızlık Savaşı'nda
gösterdiği sayısız cesaret örneklerinden bir diğeri de Çanakkale Savaşı
sırasında Conkbayırı'nda yaşanır:
9. Tümen'e bağlı 27. Alay'ın askerlerinin
Conkbayırı'na doğru kaçtıklarını gören Mustafa Kemal, askerlerin önünü keserek
sorar:
- Nereye gidiyorsunuz?
- Düşman geldi.
- Nerede?
Kaçan askerler 261 rakımlı tepeyi işaret
ederler. Gerçekten de, düşman önünde hiçbir engel olmayan tepeye doğru
yaklaşmaktadır. Mustafa Kemal'in yanında ise bir, iki subay ve kaçan erlerden
başka hiç kimse yoktur. Kendi alayı hala Kocaçimen'dedir. Hemen kumandayı ele
alarak emir verir:
- Düşmandan kaçılmaz.
- Cephanemiz yok.
- Cephanenizden daha güçlü süngünüz var.
- Süngü tak! Hücum!
- Hemen arkasından "Allah, Allah" sesleri bütün ovaya yayılır.
Kahraman Türk askeri süngüsüyle, boğaz boğaza düşmanla savaşır.45
İşte vatanımızı esaretten kurtaran bu asil
ruh ve büyük cesarettir. Ve bu tarihi cesaret, tüm Türk Milleti'ne örnektir.
Akılcı ve mantıklı
davranmak
Atatürk hayatı boyunca hep akılcı
davranan, aldığı kararlarda son derece mantıklı ve isabetli olan eşsiz bir
devlet adamı idi. Atatürk kendisini izleyenlerin de akılcı ve mantıklı olmasına
önem verirdi. Nitekim Atatürk ilke ve inkılapları da toplumsal ilerlemede, temel
olarak akıl ve mantığı almıştı. Atatürk'ün şu sözü, Onun inkılâpçılığını, akıl
ve mantığa verdiği değeri en güzel şekilde ifade etmektedir:
Bizim akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek, en büyük özelliğimizdir.
Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidir.46
Mustafa Kemal'in olaylara yaklaşımı hep
mantıklı ve gerçekçi olmuştur. Milletine hep hakikatleri söylemiş ve bunu
tavsiye etmiştir. "Milleti aklımızın
ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar
hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz."
sözü bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. "Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet
için en hakiki mürşit ilimdir, fendir." sözü ile de akıl ve bilime
verdiği önemi bir kez daha göstermiş, gerçeğe ancak bu yolla ulaşılabileceğini
bildirmişti.
Atatürk'ün akılcılığının önemli
göstergelerinden birisi de her zaman düşünerek, birkaç adım sonrasını iyice
hesap ederek, planlı ve programlı hareket etmesidir. "Herşeyi düşünmeden hareket edersem, hata ederim." diyen
Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşları da bu yönüne defalarca şahit olmuşlardır.
Atatürk gerek askerlik yıllarında gerekse inkılapların art arda yapıldığı
Cumhuriyet'in ilk yıllarında her aşamayı çok iyi planlamış, her ihtimali hesaba
katmıştır. Her yönü ile değerlendirip, karar verdiği konuları uygulamakta da
asla gevşekliğe kapılmamış, hiçbir koşul altında yılgınlık göstermemiştir.
Hiçbir zaman duyguları ile hareket etmemiş, her zaman aklına tabi olmuştur.
Atatürk'ün bu özelliğini ifade eden bazı sözleri şöyledir:
Muhtelif ihtimalleri çok iyi hesap etmeli, en iyi görüneni cüret ve
katiyetle tatbik etmelidir.47
Bu teklifi ortaya koyarken zannederim, bütün o arkadaşlar ve bendeniz
hiçbir vakit duygularımıza tabi olmadık. Aksine kendimizi duygulardan maddeye
sevk ettik. Rakamlara dayandık, gerçeklere baktık.48
Bu son yurt parçasını kurtarırken olsun, tutkularımızı bir kenara bırakıp
düşünceli olalım.49
Bu özellikleri Atatürk'ün aynı zamanda çok
da gerçekçi olmasını sağlamıştır. Başta ülkenin kalkınması konusu olmak üzere
gerçekçilikten hiç ayrılmadığını, yaptığı inkılapların ve ülkemizi kalkındırma
planlarının ne kadar gerçekçi olduğunu ise şöyle ifade etmektedir:
Biz memleketi birkaç senede tamamen değiştirmek hülyasına kapılmış değiliz;
yapacağımız şeyler hakkında umumi efkara aldatıcı vaatlerde bulunmamayı da
prensip olarak kabul etmişiz. "Memleketi imar edeceğiz" dediğimiz
zaman, yalnız yapabileceğimiz şeyleri yapacağız.50
Hiç şüphesiz, gerçekçilik bir devlet
adamın muhakkak sahip olması gereken çok önemli bir özelliktir. Tarih boyunca
gerçekçi davranmayan, kendi ihtiras ve duygularına kapılan pek çok lider
milletlerini büyük felaketlerin içine sürüklemiştir. "Gerçeğin ta gözünün içine bakmak gerekir." diyen Atamız
ise, aklı, mantığı, gerçekçiliği ile tüm dünyaya örnektir. Elbette vatana
hizmet etmek isteyen samimi insanların da Atamızın bu örnek tavrını
akıllarından hiç çıkarmamaları gerekir.
Dürüst olmak
Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli
erdemlerinden birisi de, koşullar ne olursa olsun dürüst olması, her zaman
doğruyu söylemesi ve doğru bildiğini açıkça ifade etmekten asla çekinmemesiydi.
Şu sözleri bunun en güzel örneğidir:
Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumu
olmayan bir sırrı kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben
bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim.51
Arkadaşlar birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz.
Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.52
Milletin başkanı olan kişinin halka doğruyu söylemesi ve halkı aldatmaması,
halkı genel durumdan haberdar etmesi son derece önemlidir.53
Atatürk'ü büyük bir asker, kusursuz bir
devlet adamı yapan en önemli özelliklerinden birisi halkına karşı her zaman
açık olmasıydı. Atatürk açıklığın, dürüstlüğün ve doğruluğun pek çok felaketi
engelleyici gücü olduğunu biliyordu. Sorunların gizlenerek değil, ortaya
konulup el birliği ile üzerine gidilerek çözülebileceğine inanıyordu. "Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya
bırakmayı yeğlerim." derken de bu anlayışını en güzel şekilde ifade
etmekteydi. Büyük Önder'in açıklığa, dürüstlüğe ve samimiyete verdiği önemi
gösteren diğer bazı sözleri de şöyledir:
Bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin iyi olduğuna inanıyorsak,
onu olduğu gibi açık, tereddütten ve belirsizliklerden arınmış olarak anlatmayı
amaçlamalıyız.54
Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce
muhteremdir.55
Eğitime Önem
Vermek
Atatürk için eğitim, sosyal ve kültürel
kalkınmanın en etkili araçlarından biri, Cumhuriyet'in devamlılığını sağlayacak
en önemli yoldu. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra yeni kurulacak Türkiye
Cumhuriyeti'nin ayakta kalabilmesi için, genç neslin çağdaş eğitim yöntemleri
ile yetiştirilmesi gerekiyordu. Bu sebeple eğitim konusuna büyük bir önem
verdi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kendisine sorulan "İşte memleketi
kurtardınız, şimdi ne yapmak istersiniz?" sorusuna Atatürk: "Maarif vekili olarak milli irfanı
yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir." cevabını vermişti.
Atamız, Türk Milleti'nin aydınlık
yarınları için elinde tebeşir, kara tahta başına geçerek halkımıza okuma-yazma
öğretti, modern bir eğitim politikasının esaslarını belirleyip eğitim alanında
büyük reformlar yaptı. Öğretim programlarının hazırlanmasıyla ilgili
komisyonları yönetti, ders kitabı yazdı, kürsüye çıkıp ders verdi. Milletimizin
Başöğretmeni oldu. Her fırsatta eğitime verilmesi gereken önemi dile getirdi.
Milli eğitimin öneminin farkında olan Atamız, gençlerimize verilen eğitimde
hangi hususlara dikkat edilmesi gerektiğini de bizlere bildirmişti:
Milli eğitim genç dimağlara insanlığa hizmeti, millet ve devlete sevgiyi ve
millet olarak bağımsız yaşamanın şerefini öğretmelidir. Fakat bir insan
topluluğundaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, o topluluğu asrın icaplarına
göre ilerletebilmek için, bu manevi vasıflar tek başına yeterli olmaz; bunların
yanında ilim ve fen de öğretilmelidir.56
Atatürk'ün ideali verilen eğitim
sayesinde, ahlaklı, kültürlü, memleket sorunları ile ilgili, milli kültürümüzü
yaşayan ve yaşatan, çalışkan ve vatansever bir gençliğin yetişmesini
sağlamaktı. Bu nedenle gençlerin milli şuuru kazanmalarını sağlayacak bir
eğitim anlayışının oluşturulması üzerinde çok durmuş, gençlerimizin tarih
bilincinin gelişmesini özellikle istemiştir. Geçmişi iyi bilen nesillerin
geleceğe daha güvenle bakacaklarına inanan Atatürk'ün eğitim konusunda dikkat
çektiği konulardan birisi de, gençlerin muhakkak tehlikeli fikirler ve
ideolojiler konusunda uyarılmasıydı. Bunların başında vatanımızın bölünmez
bütünlüğünü tehdit eden, Devletimizin yıpranmasına yönelik faaliyetlerde
bulunan, milli birliği ve beraberliği sarsacak fikirler gelmekteydi.
Çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun,
ilk önce ve herşeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli
geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gerektiği
öğretilmelidir.
Bu, Büyük Önder'in bize önemli bir
vasiyetidir. Bu nedenle günümüzde de, gençlerin bölücü ve materyalist
ideolojilere, milli birliğimizi ve maneviyatımızı hedef alan fikirlere karşı
uyarılmaları, bu konuda bilinçlendirilmeleri gerçek Atatürkçülerin öncelikli
sorumluluklarındandır.
Kararlı Olmak
Atatürk, kararlı ve mücadeleci bir
liderdi. Güçlükler karşısında yılmayan, ümitsizliğe düşmeyen kişiliği ile
çocukluğundan itibaren arkadaşlarının arasında öne çıkmıştı. Başarıya
ulaşabilmek için azimli davranmak gerektiğini çok iyi biliyordu. Daha ilk
gençlik yıllarında vatanı için yeni bir gelecek planlamış ve gösterdiği
kararlılıkla adım adım bu planı gerçekleştirmiştir. Atamızın azmi ve
kararlılığı tüm Türk Milleti'ne örnektir. Atamızın bu konudaki tavsiyeleri şu
şekildedir:
Teşebbüslerin başarılı
olması için çetin şartlara göğüs germek gereklidir.57
Felaketler insanları
daima daha azimkar, dinç hamlelere sevk eder.58
Başarılarda gururu
yenmek, felaketlerde ümitsizliğe direnmek lazımdır.59
Atatürk'ün azmini ve kararlılığını ortaya
koyan bir örnek ise, daha Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında yaşanan bir olaydır:
Kurtuluş Savaşı'nın başladığı sırada
Atatürk'e dediler ki:
- Nasıl mümkün olur? Ordu
yok!
Atatürk hemen cevap
verdi:
- Yapılır!
- İyi ama bunun için para
lazım... O da yok?
- Bulunur!
- Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük hem de çoktur.
- Olsun, yenilir!60
Atamızın kararlılığını ve davasına olan
bağlılığını ve inancını gözler önüne seren diğer bazı sözleri ise şu
şekildedir:
Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız ve memleketi kurtaracağız.61
Terakki yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik
vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir süratle ilerliyor. Biz bu ahengin
dışında kalabilir miyiz?62
Barışsever Olmak
"Yurtta
sulh, cihanda sulh" anlayışını benimsemiş olan Atatürk,
barışa önem veren bir liderdi. Ona göre tüm dünya ülkelerinin barışın korunması
için itina etmesi gerekmekteydi. Atatürk'e göre, Türk Milleti dünya barışını
sağlayabilecek, dünyaya huzur ve güven getirebilecek bir milletti. Yaşamı
boyunca milletler arasında barışın temel olduğu bir ilişki kurmak için çaba
harcadı. Bu çabalarına örnek olarak 1934'te imzalanan Balkan Antantı, 1937'de
imzalanan Sadabat Paktı gösterilebilir. Atatürk'ün barışa verdiği önemin
temelinde, insana duyduğu saygı ve sevgi vardı. Romanya Dış İşleri Bakanı ile
yaptığı bir konuşmada insana ve insanların barış içinde yaşamaları gerektiği
konusuna verdiği önemi şöyle belirtmiştir:
İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar,
bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin
mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin mutluluğuna
hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir
ederler ki, bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya
milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu
temine çalışmak demektir.63
Atatürk'e göre savaş ancak zaruri şartlar
altında ve savunma amacıyla başvurulması gereken bir yöntemdi ve tüm milletler
sorunlarını öncelikli olarak mutlaka barışcıl yollardan çözmeliydi.
Harp, zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur, milleti harbe
götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. 'Öldüreceğiz' diyenlere, 'ölmeyeceğiz'
diyerek harbe girebiliriz. Lakin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça
harp bir cinayettir.64
Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu
barışseverlik Türk Milleti'nin özünde olan bir özelliktir. Türk Milleti tarihi
boyunca adaleti ve hoşgörüsü ile fethettiği bütün topraklara huzur, güvenlik ve
barış götürmüştür. Türk Milleti iradesi altındaki farklı ırk ve dinden insanlar,
her zaman için Türk idaresinden hoşnut ve razı olmuşlardır. Osmanlı
İmparatorluğu bunun güzel bir örneğidir. Osmanlı sınırları içerisinde bulunan
hiçbir bölge sömürge muamelesi görmemiş, yerel halkın razı olmayacağı, barışın
zedeleneceği hiçbir uygulamada bulunulmamıştır.
Hizmetten Kaçmamak
Uygarlık yolunda yürümeyi ve mutlaka
başarıya ulaşmayı bizim için hedef olarak belirleyen Atamızın beklentilerini
gerçekleştirebilmek için vatana hizmeti herşeyin üstünde tutmak çok önemlidir.
Atatürk gençlik yıllarından itibaren her zaman vatanı için her türlü
fedakarlığa ve göreve talip olmuş, vatan hizmetinden hiçbir zaman
kaçınmamıştır. Mustafa Kemal'in hayatı vatana hizmet aşkının ve bu uğurda göze
alınan pek çok fedakarlığın örnekleri ile doludur. Mustafa Kemal anılarında,
tek başına dahi olsa, vatanı düşmanlardan kurtarma görevine nasıl talip
olduğunu şöyle aktarmaktadır:
Bütün memleketin bence gözle görülür bir felakete atıldığını gördükten ve
bütün Türk Ordusu'nun muhakkak bir felaketi her çareye başvurarak önlemek için
kanını dökmeye hazırlanmasından başka çare kalmadığını anladıktan sonra, benim
hala Sofya'da kordiplomatik içinde rahat salon hayatı geçirmeme imkan olabilir
miydi? Başkumandanlık Vekaleti'ne bir yazı ile müracaat ettim. Ordu içinde rütbemle
mütenasip bir görevin bana verilmesini rica ettim. Başkumandan Vekili
tarafından bana çok nazik bir cevap verildi:
- Sizin için orada da daima bir görev mevcuttu. Fakat Sofya
Ateşemiliterliği'nde kalmanız daha önemli görüldüğü içindir ki, sizi orada bırakıyoruz.
Cevap verdim:
- Vatanın savunmasına ait fiili görevlerden daha önemli ve yüce görev
olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken, ben
Sofya'da ateşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden
mahrum isem, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.
Bunun üzerine 19. Tümen Kumandanlığı'na atandım.65
Büyük Önder'in sorumluluğu üstlenmenin
gerekliliği ve önemi üzerine diğer görüşleri ise şu şekildedir:
Sorumluluğu üzerine almak cesaret ve hevesi her işte en
çok lazım olan huydur. Birçok insanlar, sorumluluğun
başkalarında olduğunu bildikleri zaman, en cesur ve cüretkar olurlar; fakat
eğer sorumluluk kendilerinde olursa, bu cesaret ve cüretin azaldığı ve çekingen
oldukları görülür. Halbuki sorumluluğu bilerek, hesaplayarak üzerine alan
insanlar, küçük ve büyük aldıkları işlerde başarı gösterirler.66
Mustafa Kemal Atatürk de hayati konularda
sorumluluğu tek başına üstlenerek, asla çekingenlik ve tereddüt göstermeyerek
tüm Türk Milleti'ne örnek olmuştur. Vatansever insanlara da yakışan, her türlü
maddi değeri kaybetmek, çeşitli sıkıntı ve zorluklara katlanmak uğruna da olsa
vatanın ve milletin geleceği için yapılması gereken işlerde canı pahasına bir
an bile duraksamamak, vatan hizmetinde tereddütsüz öne atılmak ve cesareti ile
diğerlerine örnek olmaktır.
SONUÇ
Kitap boyunca Büyük Önder Atatürk'ün vatan
aşkını, milletine duyduğu derin sevgi ve bağlılığını, Atamızın sözleri ve
hayatından örnekler ile ele aldık. Atamızın milletine inancı ve güveni sonsuzdur.
Kuvvetinin kaynağını Türk Milleti'nden aldığını her fırsatta vurgulamıştır.
Türk olmakla övünen, Türk Milleti'nin tarihi, ahlak özellikleri, manevi
değerleri, kültürü, inancı ile şeref duyan büyük bir liderdir. Büyük Önder'in
bize öğrettiği en önemli derslerden birisi ise, vatan ve millet sevgisi ile
dolu olanların aşamayacakları hiçbir engel olmadığıdır. Atatürk kendi hayatı
ile bu gerçeğin açık bir örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Atatürk kendisinden sonra gelen neslin de,
tıpkı kendisi gibi, vatan ve millet sevgisini herşeyin üstünde tutan bireyler
olmalarını istemiş, vatan toprağına, bağımsızlığımıza, bayrağımıza göz diken
her türlü unsura karşı milletçe bütün olarak mücadele etmenin görevlerin en
yücesi olduğunu bildirmiştir. Bu kutsal görevi öncelikle kahraman Türk Ordumuz
ve Ordumuzla birlikte tüm Milletimiz üstlenmiştir. Büyük Önder Ordumuzun
üstlendiği bu görevi şöyle ifade etmiştir:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan her zaman zaferle beraber
medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk Ordusu, memleketini en buhranlı ve
müşkül anlarda zulüm, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl
korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet'in modern silah ve vasıtaları ile
donatılmış olduğun halde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.67
Bize düşen görev ise milli düşünceyi
geliştirmek, milli tarihimizi yeni nesillere aktarmak, milli bilinci sürekli
ayakta tutmak, milli iradeyi güçlendirmek için çaba göstermektir. Milli birlik
anlayışı içerisinde, tek vücut olarak hareket edildiğinde vatanımızı müreffeh,
kalkınmış ve güçlü bir devlet olarak yaşatabilir ve dünya milletleri arasında
hak etmiş olduğu lider pozisyonuna getirebiliriz. Gerçek vatanseverlerin ve
Atatürk milliyetçilerinin izlemeleri gereken yol budur. Atamızın aşağıdaki
sözünde bildirdiği gibi, milli birlik ve dayanışma içinde olunduğu müddetçe
asil Türk Milleti'nin aşamayacağı zorluk yoktur. Türk Milleti, Büyük Önder'in
bu konudaki vasiyetini izlemekten asla yorgunluğa kapılmayacak, hiçbir şekilde
bu konuda taviz vermeyecektir.
Memleketin huzuru, milletin kurtuluş amacı noktasında,
birlik ve dayanışması sağlanmadıkça, ne dış düşman istilalarının köklerini
kurutmaya çalışmak mümkündür ve ne de bundan esaslı bir sonuç ve fayda
beklenmelidir.68
EVRİM YANILGISI
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış
gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı
bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen
oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir
"düzen" bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür.
Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim
tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya
çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına,
taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği
gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu,
son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık "yaratılış
gerçeğiyle" açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın
delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve
almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i
Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar
uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı.
Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in
1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak
bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel
bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık
yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları"
başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında
açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların
gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini
güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen
bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer
dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi,
üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl
ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin
öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana
hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan
İlk Basamak:
Hayatın
Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan
yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden
geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca
kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim
gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin
açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim
sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği,
hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin,
hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal
olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler
sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel
biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
Cansız
Maddeler Hayat
Oluşturamaz
Darwin, kitabında hayatın kökeni
konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı,
canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan
beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız
maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine
inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan
oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler
yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz
beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin
cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul
görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından
beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu
inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat
oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."69
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün
bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin
karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20.
Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan
ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda
ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana
gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır."70
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler,
hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu
deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında
düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir
deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama
gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin
gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya
çıkacaktı.71
Uzun süren bir sessizlikten sonra
Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf
etti.72
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20.
yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San
Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü biokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan
bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip
olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde
nasıl başladı?73
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda
bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı
yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı
hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır.
Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken
şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel
yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500
aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak
matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız"
sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA
molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği
bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik
bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha
vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile
eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda
gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi
için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden
oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin
(RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı
derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de
mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının
asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.74
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle
ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde
"yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin
Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci
büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki
kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış
olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını
tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya
verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni,
Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir.
Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların
hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından
tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta
kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama
elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne,
örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması
hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve
Türlerin Kökeni adlı kitabında
"Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey
yapamaz." demek zorunda kalmıştı.75
Lamarck'ın
Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler"
nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu
soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan
Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri
fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu
özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre
zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için
çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin
Türlerin Kökeni adlı kitabında,
yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü
iddia etmişti.76
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda
gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin
sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal
seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma
olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm
bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya
da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal
seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları,
yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları
sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına
geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan
milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi
sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik
bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama
teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara
zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok
kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir
etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle
açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana
gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların
evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede
özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya
etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir
değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya
en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım
getirir.77
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani
genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların
zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması"
olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat
bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de
kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması"
olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "Tek başına
hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim
mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre
de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil
Kayıtları:
Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun
yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar
birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir
diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre
bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe
kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm
süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları
gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini
taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı
balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini
taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya
çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik,
kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları
bu teorik yaratıklara "ara-geçiş
formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte
yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca
olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin
Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş
çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları
da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.78
Darwin'in
Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana
dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara
geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde
edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların
yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci)
Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler
ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız;
kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.79
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı
türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden
ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu
canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır.
Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane
iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir
biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir
değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden
evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir
biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından
yaratılmış olmaları gerekir.80
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde
eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının
aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın
Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok
gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist
iddia, bugün yaşayan insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar.
4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları
arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle
hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo
habilis
3- Homo
erectus
4- Homo
sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını
göstermiştir.81
Evrimciler insan evriminin bir sonraki
safhasını da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre
homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir.
Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir
evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı
sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim
teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr,
"Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.82
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı
bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.83
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait
insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens
neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan
yana bulunmuşlardır.84
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin
ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı)
çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri
diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel
bir gelişme trendi göstermemektedirler.85
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında
yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların
çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın
evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle
Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına
rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı
sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim
skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim
dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur.
Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere
dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji
bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en
"bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı
his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın
evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan
bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin
yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin
mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki, teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin
çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.86
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine
körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir
biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin
Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik
delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip
olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle
özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen
oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz
atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı
atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi
düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi
elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi
işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu
konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları,
ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin
Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine
canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum
gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan
ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu
varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950
olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem
versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin
başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan
oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi
şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun.
Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı
çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir
karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp,
elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında
izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise,
akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar
üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça
gösterir.
Göz
ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama
getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce
"Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim: Bir cisimden gelen
ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler
tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme
merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden
sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi
düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi
kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi
denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız
kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl
bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir
görüntüdür ki, 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği
sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize
bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve
kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü
size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş
televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe
ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta,
araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV
ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir
netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç
boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç
boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç
boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha
bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü
kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka
görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net
görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler.
Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar
biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne
düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar
nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir
görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü
görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç
kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir,
yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne
kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini
dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir
sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle
teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır
sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet,
sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm
teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın
oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi
şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde
mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya
müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız.
Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve
kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı
veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu
durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir
görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı
olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm
bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin
İçinde Gören ve Duyan
Şuur
Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir
dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan
kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından,
burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji,
fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna
dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir
yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve
his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan
tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler,
yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin
maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir
cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların
da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her
insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm
kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı
düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist
Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim
teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu
göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır,
öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve
fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu
durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara
atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek
çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla
bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
"bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki
neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı
çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur.
Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de
doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler.
Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir
evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı"
olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş,
doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye
zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan
'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren
araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru
olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.87
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist
felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu
dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız,
bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin,
ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki
etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden
oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendi deyimleriyle "İlahi bir açıklamanın
sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön
yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar,
üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı,
tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları
yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin
En
Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön
yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve
mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim
teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız
maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden,
buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi
bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı
sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar.
Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü,
eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en
büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü,
dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık
olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, eski Mısırlıların Güneş Tanrısı Ra'ya, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere,
Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile
yaptıkları putlara, Hz. Musa'nın kavminin altından yaptıkları buzağıya
tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum,
Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların
anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini
birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez;
inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin
üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla
görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta
daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi'nde ise, bu insanların
mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle
bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de,
mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir
topluluğuz." diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün
etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır
bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir
durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve
mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört
bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya
gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz
bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip
olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı
felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları
etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere
bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya,
kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını
söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların
marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayetler şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların
gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir
sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi, Firavun'un büyücüleri
yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa ve ona inananlar dışında-
insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık
Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayetteki ifadeyle
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da
fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp
yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz
kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.
(Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce
insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık
olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de
bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara
inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan
vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü
bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına
kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri
gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle
açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı
alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri
olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin
inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.88
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok
yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını
anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en
şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla
dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim
aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını
hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
Notlar
1- Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından
Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s.95
2- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/yazilar/vecizeler.htm
3- Afet İnan, Medeni Bilgiler ve
Atatürk'ün El Yazıları, s. 21
4- Afet İnan, Medeni Bilgiler ve
Atatürk’ün El Yazıları, s. 19
5- Enver Ziya Karal, Atatürk'ten
Düşünceler, 1956, s. 45
6- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/ilkeleri/milliyet.htm
7- Atatürk’ün 12 Ocak 1914 tarihli
mektubu,http://217.160.138.148/
www.add-dortmund.de/add-dortmundcontent/mektuplar.html
8- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara, 1987, s. 13
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 98
10- Afet İnan, T.T.K. Belleten, Cilt:
XXXII, No: 128, 1968, s. 557
11- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri V,
s.114
12- Afet İnan, Medeni Bilgiler ve
Atatürk'ün El Yazıları, 1969, s.20-21
13- Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi,1999,
s.8-9
14- Ceyhun Atuf Kansu, Ya Bağımsızlık Ya
Ölüm, Bilgi Yayınları, Ankara 1997, s. 68
15- Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II,
s.16
16- Sabiha Gökçen, Atatürk'ün İzinde Bir
Ömür Böyle Geçti, s.155
17- Utken Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve
Düşünceleri, Turhan Kitabevi, 1984, s.342
18- http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/Yayin2002/255
19- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet
Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/yazilar/vecizeler.htm
20- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet
Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/yazilar/vecizeler.htm
21- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara, 1987, s. 12
22- Atatürk Konferansları, Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık, Ankara
2000, s. 191
23- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet
Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/inkilaplari/kultur/milli_kultur.htm
24- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara, 1987, s. 8
25- Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar
ve Belgeler, s. 309
26- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara, 1987, s. 12
27- Onuncu Yıl Nutku,
http://www.mkutup.gov.tr/ata10.html
28- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara, 1987, s. 12
29- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III,
s.68-7
30- Atatürk ve Gençlik, Milli Eğitim
Basımevi, Ankara 1987, s. 61
31-
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/19mayis/vecizeler/ataturk_genclik.html
32- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I,
s.15-16
33-
http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/Yayin1999/219-
MilliBirlikpaneli.htm
34- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet
Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/yazilar/vecizeler.htm
35- Selahaddin Çiller, Atatürk İçin
Diyorlar ki, Varlık Yayınları, Mayıs 1981, s. 203
36- Milli Eğitim Bakanlığı İnternet
Sitesi,
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/yazilar/vecizeler.htm
37- Ahmet Mumcu, Atatürk İlkeleri ve
İnkilap Tarihi, C.2, Ankara 1986
38-
http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/yayin2000/233
39-http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/Yayin1999/219-MilliBirlikpaneli.htm
40- Asaf İlbay, Yakınlarından Hatıralar,
s. 102
41- Ahmet Gürbaş, Atatürk ve Din Eğitimi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32
42- Nedim Senbai, Atatürk, A.Ü. Dil,
Tarih, Coğrafya Yayınları, 1979, s. 102
43- Yeni Hayat, Mayıs 1996
44- Cahit İmer, Atatürk’ten Seçme Sözler,
s. 135
45- Falih Fıfkı Atay, Çankaya, s. 87
46- Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle
Atatürk, s. 88
47- Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle
Atatürk: Hayatı, İlkeleri, Devrimleri, s. 215
48- Kandemir, Yakın Tarihimiz, 3. Cilt, s.
255
49- Mustafa Kemal Atatürk, Söylev Cilt
I-II, s. 310
50- Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten
Hatıralar, s. 459
51- Enver Ziya Karal, Atatürk’ten
Düşünceler, s. 147
52- Necati Çetinkaya, Atatürk’ün Hayatı,
Konuşmaları ve Yurt Gezileri, s. 227
53- Cahit İmer, Atatürk’ten Seçme Sözler,
s. 24
54- Cahit İmer, Atatürk’ten Seçme Sözler,
s. 108
55- Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle
Atatürk: Hayatı, İlkeleri, Devrimleri, s. 77
56-
http://www.stanford.edu/~ofidaner/aboutme/koyenst.html
57- Necati Çetinkaya, Atatürk’ün Hayatı,
Konuşmaları ve Yurt Gezileri, s. 225
58- Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle
Atatürk: Hayatı, İlkeleri, Devrimleri, s. 61
59- Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar
ve Belgeler, s. 90
60- Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve
Fıkralarla Atatürk, s. 87
61- Necati Çetinkaya, Atatürk’ün Hayatı,
Konuşmaları ve Yurt Gezileri, s. 30
62- Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle
Atatürk: Hayatı, İlkeleri, Devrimleri, s. 441
63- Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten
Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, s. 512
64-Necati Çetinkaya, Atatürk’ün Hayatı,
Konuşmaları ve Yurt Gezileri, s. 191
65- Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve
Fıkralarla Atatürk, s. 504
66- Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle
Atatürk: Hayatı, İlkeleri, Devrimleri, s. 209
67-http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/Yayin1999/219-MilliBirlikpaneli.htm
68-http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/yayinlar/Yayin1999/219-MilliBirlikpaneli.htm
69- Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular
Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
70- Alexander I. Oparin, Origin of Life,
(1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
71- "New Evidence on Evolution of
Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological
Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
72- Stanley Miller, Molecular Evolution of
Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7
73- Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
74- Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78
75- Charles Darwin, The Origin of Species:
A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
76- Charles Darwin, The Origin of Species:
A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
77-B. G. Ranganathan, Origins?,
Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
78- Charles Darwin, The Origin of Species:
A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
79- Derek A. Ager, "The Nature of the
Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, c. 87,
1976, s. 133
80- Douglas J. Futuyma, Science on Trial,
New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
81- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory
Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard,
"The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for
Doubt", Nature, c. 258, s. 389
82- J. Rennie, "Darwin's Current
Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992
83- Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s.
1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott
Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge
University Press, 1971, s. 272
84- Time, Kasım 1996
85- S. J. Gould, Natural History, c. 85,
1976, s. 30
86- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory
Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
87- Richard Lewontin, "The
Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28
88- Malcolm Muggeridge, The End of
Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu göğüsleri,
düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima bir duvar gibi yükselecektir"
sözleri ile vatanseverliğin önemine dikkat çeken Atatürk, milletini seven,
milletine sadık ve milletine güvenen gerçek bir Türk milliyetçisidir. Bu derin
ve yüce sevgi için gerektiğinde kendi canını dahi tehlikeye atan Büyük
Atatürk’ün bize bıraktığı en önemli miraslarından biri vatanseverlik ve millet
aşkıdır. Bu büyük mirası onun bizden beklediği gibi değerlendirebilmek,
ülkemizi onun bize bıraktığı noktadan hep daha ileriye götürebilmek, Türk
milletini tarihine yakışır bir makama ulaştırabilmek için yapılması gereken,
Atatürk’ün izinden yürümektir. Tüm vatanseverlerin ve gerçek Türk
milliyetçilerinin kendilerine örnek alabilecekleri en güzel örnek hiç şüphesiz
Atatürk’tür. Atatürk ise, "Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve
başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu
temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi
mirasçılarım olurlar." sözleri ile bize hedefe ulaşacak en kısa yolu
göstermektedir.
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956
yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi
konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini
dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret
gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin
çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim
yazarın, bugüne kadar 60 ayrı dile çevrilen yaklaşık 300 eseri, dünya çapında
geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda
dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya
bir vesile olacaktır.